-
مر اسیران را لقب کردند شاه ** عکس چون کافور نام آن سیاه
- Fakat halk, aksine olarak esirlere padişah adını taktılar... Zenciye Kâfur adı takıldığı gibi hani!
-
شد مفازه بادیهی خونخوار نام ** نیکبخت آن پیس را کردند عام
- Kanlar içen çöle kurtuluş yeri, bayağı, nekes ve kutsuz kişiye kutlu adını verirler ya!
-
بر اسیر شهوت و حرص و امل ** بر نوشته میر یا صدر اجل 3125
- Şehvet, kızgınlık ve istek esirine bey, yahut “Sadr ecel – en ulu vezir” dediler.
-
آن اسیران اجل را عام داد ** نام امیران اجل اندر بلاد
- O ecel esirlerine halk, şehirlerde beyler ve “Emîrani ecel – Ulu beyler” adını taktılar.
-
صدر خوانندش که در صف نعال ** جان او پستست یعنی جاه و مال
- Canı, pabuççuların safında alçalmış, yani mevkiye mala kapılıp kalmış olma “Sadr – Ulu ve baş köşeye geçen vezir” derler.
-
شاه چون با زاهدی خویشی گزید ** این خبر در گوش خاتونان رسید
- Padişah bir zâhidi seçince bu haber, kadınların kulağına vardı!
-
اختیار کردن پادشاه دختر درویش زاهدی را از جهت پسر و اعتراض کردن اهل حرم و ننگ داشتن ایشان از پیوندی درویش
- Padişahın,oğlu için bir yoksul zâhidin kızını seçip almasına harem ehlinin itirazı ve onların bu akrabalıktan utanmaları
-
مادر شهزاده گفت از نقص عقل ** شرط کفویت بود در عقل نقل
- Şehzadenin anası, aklının noksan oluşundan itiraz ederek dedi ki: Evlenmede gerek akıl, gerek nakil, eşit olmayı şart koşmuştur.
-
تو ز شح و بخل خواهی وز دها ** تا ببندی پور ما را بر گدا 3130
- Halbuki sen nekesliğinden, cimriliğinden kurnazlık ederek oğlumuzu bir yoksulla akraba yapıyorsun?
-
گفت صالح را گدا گفتن خطاست ** کو غنی القلب از داد خداست
- Padişah dedi ki: Temiz bir kişiye yoksul demek hatadır... çünkü onun kalbi ganidir ve bu da Tanrı vergisidir.
-
در قناعت میگریزد از تقی ** نه از لیمی و کسل همچون گدا
- Böyle adam, takvasında kanaat bucağına kaçar, yoksul gibi nekesliğinden, tembelliğinden değil!
-
قلتی کان از قناعت وز تقاست ** آن ز فقر و قلت دونان جداست
- Kanaattan meydana gelen darlık, takvadandır... bu, aşağılık kişilerin yokluğundan, darlığından apayrı bir şeydir.
-
حبهای آن گر بیابد سر نهد ** وین ز گنج زر به همت میجهد
- Nekes, bir habbe bulsa başını bile verir... halbuki temiz kişi, himmetiyle altın hazinesine bile bakmaz, terk edip gider!
-
شه که او از حرص قصد هر حرام ** میکند او را گدا گوید همام 3135
- Hırsından, her çeşit harama kasten padişaha ulu kişiler, yoksul derler.
-
گفت کو شهر و قلاع او را جهاز ** یا نثار گوهر و دینار ریز
- Kadın dedi ki: Nerede onda çeyiz olarak verecek şehir ve kaleler... yahut saçı olarak saçacak inciler, paralar pullar?
-
گفت رو هر که غم دین برگزید ** باقی غمها خدا از وی برید
- Padişah, yürü yahu dedi... kim, din gamına düşerse Tanrı, öbür dertleri artık ondan alır.
-
غالب آمد شاه و دادش دختری ** از نژاد صالحی خوش جوهری
- Nihayet padişah üstün geldi, ona yaradılışı güzel ve bir temiz kişinin soyundan bir kız aldı.
-
در ملاحت خود نظیر خود نداشت ** چهرهاش تابانتر از خورشید چاشت
- Kızın güzellikte eşi yoktu... yüzü, kuşluk güneşinden daha parlaktı!
-
حسن دختر این خصالش آنچنان ** کز نکویی مینگنجد در بیان 3140
- Kızın güzelliği buydu, huyu da güzelliği gibiydi... hasılı ahlâkı o kadar iyiydi ki anlatmaya imkân yok!
-
صید دین کن تا رسد اندر تبع ** حسن و مال و جاه و بخت منتفع
- Dini avlamaya bak ki onunla beraber güzellik, mal, mevki ve sana fayda veren baht da senin olsun!
-
آخرت قطار اشتر دان به ملک ** در تبع دنیاش همچون پشم و پشک
- Ahiret, bil ki deve katarıdır; dünya malı devenin yükü ve tüyü.Katara sahip oldun mu yünü, tüyü de onunla beraber gelir.
-
پشم بگزینی شتر نبود ترا ** ور بود اشتر چه قیمت پشم را
- Fakat yünü alırsan deve senin olmaz ki... deve senin olursa yünün ne değeri kalır?
-
چون بر آمد این نکاح آن شاه را ** با نژاد صالحان بی مرا
- Padişah temiz ve riyasız soydan gelen o kızı nikâhla oğluna aldı.
-
از قضا کمپیرکی جادو که بود ** عاشق شهزادهی با حسن و جود 3145
- Fakat kaza ve kader bu ya... o güzelim şehzadeye bir ihtiyar büyücü de âşık olmuştu.
-
جادوی کردش عجوزهی کابلی ** کی برد زان رشک سحر بابلی
- O Kâbil’li kocakarı, şehzadeye öyle bir büyü yaptı ki Babil büyücüleri bile bu büyüye haset ederler.
-
شه بچه شد عاشق کمپیر زشت ** تا عروس و آن عروسی را بهشت
- Şehzade, o çirkin kocakarıya âşık oldu... gelinden de geçti güveylikten de!
-
یک سیه دیوی و کابولی زنی ** گشت به شهزاده ناگه رهزنی
- İşte böyle bir kara ifrit, böyle bir Kâbil’li karı ansızın şehzadenin yolunu vuruverdi!
-
آن نودساله عجوزی گنده کس ** نه خرد هشت آن ملک را و نه نس
- O ferci kokmuş doksanlık kocakarı, şehzadenin ne aklını bıraktı, ne ağzını, zavallıda konuşacak iktidar bile kalmadı.
-
تا به سالی بود شهزاده اسیر ** بوسهجایش نعل کفش گنده پیر 3150
- Şehzade tam bir yıl o karıya esir oldu... o kokmuş karının ayakkabısının tasmasını öpüp durdu.
-
صحبت کمپیر او را میدرود ** تا ز کاهش نیمجانی مانده بود
- Kocakarının sohbeti, şehzadeyi kesip biçmekte, eritip mahvetmekteydi... âdeta yarı canlı bir hale gelmişti.
-
دیگران از ضعف وی با درد سر ** او ز سکر سحر از خود بیخبر
- Başkaları onun zayıflığından derde düşerken o büyünün tesiri ile kendisinden bile bihaberdi.
-
این جهان بر شاه چون زندان شده ** وین پسر بر گریهشان خندان شده
- Dünya padişaha zindan kesildi... şehzade ise babası ve akrabası ağlarken gülmekteydi!
-
شاه بس بیچاره شد در برد و مات ** روز و شب میکرد قربان و زکات
- Padişah pek çaresiz kaldı... gece gündüz kurbanlar kestirmede, sadakalar vermekteydi!
-
زانک هر چاره که میکرد آن پدر ** عشق کمپیرک همیشد بیشتر 3155
- Ne çare varsa hepsine başvurdu... fakat oğlan, kocakarıya gittikçe daha fazla âşık oluyordu.
-
پس یقین گشتش که مطلق آن سریست ** چاره او را بعد از این لابه گریست
- Padişah, bunda mutlaka bir sır, bir hikmet olduğunu, bundan böyle ancak yalvarıp yakarmakla bir çare bulunabileceğini iyice anladı.
-
سجده میکرد او که هم فرمان تراست ** غیر حق بر ملک حق فرمان کراست
- Secdeye kapanıp “Yarabbi, fermanın yürür... Tanrı mülkünde Tanrıdan başka kimin hükmü geçer ki?
-
لیک این مسکین همیسوزد چو عود ** دست گیرش ای رحیم و ای ودود
- Fakat bu yosul çocuk öd ağacı gibi yanıp duruyor... ey merhametli Tanrı, elini tut” demeye başladı.
-
تا ز یا رب یا رب و افغان شاه ** ساحری استاد پیش آمد ز راه
- Nihayet onun Yarab, Yarab demesi, feryad-ü figan etmesi makbule geçti... yoldan usta bir büyücü çıkageldi.
-
مستجاب شدن دعای پادشاه در خلاص پسرش از جادوی کابلی
- Padişahın oğlunun Kâbil’li büyücüden kurtulması için ettiği duanın kabul edilmesi
-
او شنیده بود از دور این خبر ** که اسیر پیرزن گشت آن پسر 3160
- O büyücü uzaktan o çocuğun bir ihtiyar karıya esir olduğunu duymuştu.
-
کان عجوزه بود اندر جادوی ** بینظیر و آمن از مثل و دوی
- Bu karının büyüde eşsiz örneksiz olduğunu ve bir ikincisinin bulunmadığını işitmişti.
-
دست بر بالای دستست ای فتی ** در فن و در زور تا ذات خدا
- Yiğidim, el elin üstündedir... hünerde de, kuvvette de el elin üstündedir arşa varınca!
-
منتهای دستها دست خداست ** بحر بیشک منتهای سیلهاست
- Ellerin sonu Tanrı elidir... deniz, şüphe yok ki sellerin varıp döküldüğü son yerdir.
-
هم ازو گیرند مایه ابرها ** هم بدو باشد نهایت سیل را
- Bulutlar da suyu denizden alır... seller akıp gider nihayet ona varır.
-
گفت شاهش کین پسر از دست رفت ** گفت اینک آمدم درمان زفت 3165
- Padişah bu oğlan elden gitti dedi. Adam dedi ki: İşte ulu bir derman olarak geldim ya!
-
نیست همتا زال را زین ساحران ** جز من داهی رسیده زان کران
- Bu büyücülerden hiç kimse o kocakarıya eşit olamaz... ancak ben, o yandan geldim, büyüde bilgim çoktur... onunla ben başa çıkarım!
-
چون کف موسی به امر کردگار ** نک برآرم من ز سحر او دمار
- Musa’nın eli gibi Tanrı izniyle onun büyüsünü kökünden yıkar, mahvederim.
-
که مرا این علم آمد زان طرف ** نه ز شاگردی سحر مستخف
- Çünkü bana bu bilgi Tanrı tarafından verildi... hor hakîr büyücülere şakirtlik ederek öğrenmedim.
-
آمدم تا بر گشایم سحر او ** تا نماند شاهزاده زردرو
- Onun büyüsünü bozmak şehzadenin benzinin sarılığını gidermek için geldim ben!
-
سوی گورستان برو وقت سحور ** پهلوی دیوار هست اسپید گور 3170
- Seher çağında mezarlığa git de orada duvarın yanında kireçle boyanmış bir ak mezar var.
-
سوی قبله باز کاو آنجای را ** تا ببینی قدرت و صنع خدا
- Orasını kıbleye doğru kaz; Tanrının kudretine, kuvvetine bak!
-
بس درازست این حکایت تو ملول ** زبده را گویم رها کردم فضول
- Bu hikâye pek uzundur, sen de usandın... bari fazlasını bırakayım da hulâsasını söyleyeyim.