-
هدیهی بلقیس چل استر بدست ** بار آنها جمله خشت زر بدست
- Belkıs’ın hediyesi kırk katır yükü altın kerpiçti.
-
چون به صحرای سلیمانی رسید ** فرش آن را جمله زر پخته دید
- Hediyeleri getirenler, Süleyman’ın saray meydanına girince bir de gördüler ki yer, tamamı ile halis altınla döşenmiş!
-
بر سر زر تا چهل منزل براند ** تا که زر را در نظر آبی نماند 565
- Altın üstünde tam kırk konaklık yol aldılar... Artık altın gözlerine su gibi bile görünmüyordu, o kadar ehemmiyetsiz bir hale gelmişti.
-
بارها گفتند زر را وا بریم ** سوی مخزن ما چه بیگار اندریم
- Defalarca bu altınları, getirdiğimiz yere götürelim... Biz ne olmayacak iş yapıyoruz;
-
عرصهای کش خاک زر ده دهیست ** زر به هدیه بردن آنجا ابلهیست
- Toprağı bile halis altın olan bir yere hediye olarak altın götürmek aptallıktır dediler.
-
ای ببرده عقل هدیه تا اله ** عقل آنجا کمترست از خاک راه
- Ey Allah’a aklı hediye götüren, akıl, orada yoldaki topraktan da aşağıdır!
-
چون کساد هدیه آنجا شد پدید ** شرمساریشان همی واپس کشید
- Hediyenin makbule geçmeyeceğini anladıklarından utangaçlıkları, âdeta onları gerisin geriye itmekteydi!
-
باز گفتند ار کساد و ار روا ** چیست بر ما بنده فرمانیم ما 570
- Sonra yine dediler ki: İster makbule geçsin, ister geçmesin... Bize ne? Biz emir kuluyuz!
-
گر زر و گر خاک ما را بردنیست ** امر فرمانده به جا آوردنیست
- Altın olsun toprak olsun... Biz, götürmeye mecburuz... Buyruk verenin buyruğunu yerine getirmek mecburiyetindeyiz.
-
گر بفرمایند که واپس برید ** هم به فرمان تحفه را باز آورید
- Geri götürün derlerse yine fermana uyar, getirdiğimiz hediyeyi geri götürürüz!
-
خندهش آمد چون سلیمان آن بدید ** کز شما من کی طلب کردم ثرید
- Süleyman, hediye getirenleri ve getirdikleri hediyeyi görünce gülmeye başladı. “Ben, sizden tirit istedim mi ki?
-
من نمیگویم مرا هدیه دهید ** بلک گفتم لایق هدیه شوید
- Ben, bana hediye verin demedim; hediyeye layık olun dedim.
-
که مرا از غیب نادر هدیههاست ** که بشر آن را نیارد نیز خواست 575
- Bana gayb âleminden eşi görülmedik hediyeler gelmekte... Öyle hediyeler ki insan, onları istemeye niyetlense aklına bile getiremez!
-
میپرستید اختری کو زر کند ** رو باو آرید کو اختر کند
- Siz, yer altındaki madeni altın haline getiren bir yıldıza, güneşe tapıyorsunuz... o yıldızı yaratana yüz tutun!
-
میپرستید آفتاب چرخ را ** خوار کرده جان عالینرخ را
- Değeri yüce olan canınızı hor hakir ederek gökteki güneşe tapıyorsunuz.
-
آفتاب از امر حق طباخ ماست ** ابلهی باشد که گوییم او خداست
- Güneş Allah emriyle bizim aşçımızdır, çiyleri pişirir... Artık ona Allah dersen aptallıktır bu!
-
آفتابت گر بگیرد چون کنی ** آن سیاهی زو تو چون بیرون کنی
- Güneş tutulursa ne yaparsın? Ondaki o karaltıyı nasıl giderirsin?
-
نه به درگاه خدا آری صداع ** که سیاهی را ببر وا ده شعاع 580
- Nihayet yine Allah tapısına yüz vurup ya Rabbi. O karaltıyı gider, yine ona nurunu ver demez misin?
-
گر کشندت نیمشب خورشید کو ** تا بنالی یا امان خواهی ازو
- Gece yarısı seni öldürmeye kalkışsalar ağlayıp yalvaracağım yahut aman dileyeceğim güneş nerede?
-
حادثات اغلب به شب واقع شود ** وان زمان معبود تو غایب بود
- Hadiselerin çoğu da hep geceleyin olur... Hâlbuki geceleyin taptığın Allah ortada yoktur.
-
سوی حق گر راستانه خم شوی ** وا رهی از اختران محرم شوی
- Allah’a gönül doğruluğu ile eğilirsen yıldızlardan kurtulur, Allah’a mahrem olursun!
-
چون شوی محرم گشایم با تو لب ** تا ببینی آفتابی نیمشب
- Mahrem oldun mu sana ağız açar, sırları söylerim... Bu suretle gece yarısı bir güneş görürsün sen!
-
جز روان پاک او را شرق نه ** در طلوعش روز و شب را فرق نه 585
- Onun, temiz ruhtan başka doğuşu... Yok doğmasında da geceyle gündüz farkı olamaz.
-
روز آن باشد که او شارق شود ** شب نماند شب چو او بارق شود
- Gündüz, onun doğduğu zamana derler... Geceleyin doğdu, parladı mı ortada gece kalmaz.
-
چون نماید ذره پیش آفتاب ** همچنانست آفتاب اندر لباب
- Bu görünen güneş, o güneşin önünde adeta güneşe karşı zerre nasıl görünürse öyle görünür!
-
آفتابی را که رخشان میشود ** دیده پیشش کند و حیران میشود
- Âlemi aydınlatan, parlatan bu güneşin gözü, o güneşi görünce kamaşır şaşırır kalır!
-
همچو ذره بینیش در نور عرش ** پیش نور بی حد موفور عرش
- Arşın nuruna... Arşın o sonsuz ve hadsiz ışığına karşı bu güneşi bir zerre gibi görürsün!
-
خوار و مسکین بینی او را بیقرار ** دیده را قوت شده از کردگار 590
- Göze Allah’tan bir kuvvet gelince zahiri güneşi hor ve yoksul görür, bayağı bulursun!
-
کیمیایی که ازو یک ماثری ** بر دخان افتاد گشت آن اختری
- Allah, öyle bir kimyagerdir ki onun bir tesiriyle duman, yıldız haline gelmiştir...
-
نادر اکسیری که از وی نیم تاب ** بر ظلامی زد به گردش آفتاب
- Öyle bir görülmedik iksiri vardır ki karanlığı güneş haline getirmiştim.
-
بوالعجب میناگری کز یک عمل ** بست چندین خاصیت را بر زحل
- Bir acayip sanatkârdır ki bir sanatıyla zühale bu kadar hassa vermiştir...
-
باقی اخترها و گوهرهای جان ** هم برین مقیاس ای طالب بدان
- Artık sen öbür can yıldızlarıyla can incilerini de var, buna kıyas et!
-
دیدهی حسی زبون آفتاب ** دیدهی ربانیی جو و بیاب 595
- Duygu gözü, güneşe zebundur; ilahi bir göz ara, ilahi bir göz bul da,
-
تا زبون گردد به پیش آن نظر ** شعشعات آفتاب با شرر
- Onun bakışına karşı şimşekler saçan güneşin nurları zebun olsun!
-
که آن نظر نوری و این ناری بود ** نار پیش نور بس تاری بود
- O bakış nura mensuptur, bu bakış, nâra... Ateş, nura karşı adamakıllı kara görünür!
-
کرامات و نور شیخ عبدالله مغربی قدس الله سره
- Allah sırrını kutlasın, Şeyh Abdullah-ı Mağribi’nin kerametleri
-
گفت عبدالله شیخ مغربی ** شصت سال از شب ندیدم من شبی
- Şeyh Abdullah-ı Mağribi dedi ki: “Altmış yıldır ben gece nedir, görmedim.
-
من ندیدم ظلمتی در شصت سال ** نه به روز و نه به شب نه ز اعتلال
- Bu altmış yıl içinde ne gündüz, ne de gece... Hiçbir sebeple bir karanlığa düşmedim.”
-
صوفیان گفتند صدق قال او ** شب همیرفتیم در دنبال او 600
- Sofiler de şeyhin sözünün doğruluğunu söylemişler, demişlerdi ki: “Geceleri ardında giderdik.”
-
در بیابانهای پر از خار و گو ** او چو ماه بدر ما را پیشرو
- Dikenlerle, çukurlarla dolu olan çöllerde yürürdük... O, dolunay gibi önümüzde giderdi.
-
روی پس ناکرده میگفتی به شب ** هین گو آمد میل کن در سوی چپ
- Yüzünü geriye çevirmeden gece vakti, “Dikkat edin, önünüzde çukur var, sola doğru yürüyün” derdi.
-
باز گفتی بعد یک دم سوی راست ** میل کن زیرا که خاری پیش پاست
- Bir an sonra da “Sağa gidin, ayağımızın altında diken var” diye seslenirdi.
-
روز گشتی پاش را ما پایبوس ** گشته و پایش چو پاهای عروس
- Gündüz olur, biz ayağını öperdik... Görürdük ki ayakları gelin ayağı gibi!
-
نه ز خاک و نه ز گل بر وی اثر ** نه از خراش خار و آسیب حجر 605
- Ne topraktan eser var, ne çamurdan... Ne diken yırtmış, ne taş yaralamış!
-
مغربی را مشرقی کرده خدای ** کرده مغرب را چو مشرق نورزای
- Allah, Mağribî’yi maşrıkî etmişti... Batıyı ona doğu gibi nurlar saçan bir hale getirmişti!
-
نور این شمس شموسی فارس است ** روز خاص و عام را او حارس است
- Bu serkeş güneşin nuru, aşk meydanının öyle bir atıdır ki halkın ileri gidenlerinin gününü de o korur, geri kalanların gününü de o!
-
چون نباشد حارس آن نور مجید ** که هزاران آفتاب آرد پدید
- O yüce nur nasıl korumaz ki binlerce güneşi izhar eden odur.
-
تو به نور او همی رو در امان ** در میان اژدها و کزدمان
- Sen onun nuru ile emniyet içinde yürüye dur... Ejderhalar, akrepler arasında yol almaya bak!
-
پیش پیشت میرود آن نور پاک ** میکند هر رهزنی را چاکچاک 610
- O pak nur, senin önünde gider durur... Her yol vuranı tutar, paramparça eder!
-
یوم لا یخزی النبی راست دان ** نور یسعی بین ایدیهم بخوان
- “Allah, kıyamet gününde Peygamberini utandırmaz” ayetini doğru bil; “Müminlerin nurları, önlerinde ve sağlarında yürür yollarını aydınlatır” ayetini oku!
-
گرچه گردد در قیامت آن فزون ** از خدا اینجا بخواهید آزمون
- O nur kıyamette çoğalır ama Allah’tan o nuru burada da istemeli!