-
ای حطیم امروز آرد در تو رخت ** محتشم شاهی که پیک اوست بخت
- Ey Hatîm, bugün sana, talih ve bahtın, ardında çavuş olduğu ulular ulusu bir padişah gelip kondu...
-
ای حطیم امروز بیشک از نوی ** منزل جانهای بالایی شوی
- Şüphe yok ki yeni baştan yücelikler âlemine mensup canların konağı olacaksın...
-
جان پاکان طلب طلب و جوق جوق ** آیدت از هر نواحی مست شوق
- Tertemiz canlar her yandan bölük bölük, takım takım, şevklerinden sarhoş olarak sana gelecekler” diye ses geliyordu.
-
گشت حیران آن حلیمه زان صدا ** نه کسی در پیش نه سوی قفا
- Halime bu sese şaşırıp kaldı... ne önde kimse vardı, ne artta!
-
شش جهت خالی ز صورت وین ندا ** شد پیاپی آن ندا را جان فدا 925
- Altı cihette de kimse yoktu... fakat bu canlar feda olası ses, ardı ardına gelip durmaktaydı.
-
مصطفی را بر زمین بنهاد او ** تا کند آن بانگ خوش را جست و جو
- Halime, o güzel ses nereden geliyor, kim söylüyor diye araştırmak üzere Mustafa’yı yere bıraktı.
-
چشم میانداخت آن دم سو به سو ** که کجا است این شه اسرارگو
- Her tarafa göz gezdirdi... o sırlar açan, gizli şeyler söyleyen padişah nerede diye her tarafa baktı.
-
کین چنین بانگ بلند از چپ و راست ** میرسد یا رب رساننده کجاست
- Yarabbi, böyle yüce bir ses sağdan, soldan gelmede... Fakat söyleyen kim? diyordu.
-
چون ندید او خیره و نومید شد ** جسم لرزان همچو شاخ بید شد
- Kimseyi göremeyince şaşırdı, ümidi kesildi, söyleyeni bulamayacağını anladı... Söğüt dalı gibi her tarafı tir tir titriyordu.
-
باز آمد سوی آن طفل رشید ** مصطفی را بر مکان خود ندید 930
- Tekrar o aklı başında olan çocuğu bıraktığı yere döndü... Bir de ne baksın, Mustafa, koyduğu yerde yok!
-
حیرت اندر حیرت آمد بر دلش ** گشت بس تاریک از غم منزلش
- Büsbütün şaşırdı... Konağı dertlerle karardı âdeta!
-
سوی منزلها دوید و بانگ داشت ** که کی بر دردانهام غارت گماشت
- Şu yana, bu yana koşup bağırmaya, bir tanecik incimi kim aldı benim diye feryat etmeye başladı.
-
مکیان گفتند ما را علم نیست ** ما ندانستیم که آنجا کودکیست
- Mekkeliler biz bilmiyoruz... Hatta orada bir çocuk olduğunu bile görmedik dediler.
-
ریخت چندان اشک و کرد او بس فغان ** که ازو گریان شدند آن دیگران
- Halime öyle bir feryat edip ağlamaya başladı ki onun ağlamasını görüp başkaları da ağladılar!
-
سینه کوبان آن چنان بگریست خوش ** که اختران گریان شدند از گریهاش 935
- Göğsünü döverek öyle yanık yanık ağlıyordu ki ağlamasına bakıp yıldızlar bile ağlamaya koyuldular!
-
حکایت آن پیر عرب کی دلالت کرد حلیمه را به استعانت به بتان
- Halime’yi, yardım istemek üzere putlara götüren ihtiyar Arap
-
پیرمردی پیشش آمد با عصا ** کای حلیمه چه فتاد آخر ترا
- Bu sırada ihtiyar bir adam, elindeki sopasını kaka kaka çıkageldi. Dedi ki: “A Halime, başına ne geldi senin?
-
که چنین آتش ز دل افروختی ** این جگرها را ز ماتم سوختی
- Neden böyle ağlıyor, yasla ciğerler dağlıyorsun?”
-
گفت احمد را رضیعم معتمد ** پس بیاوردم که بسپارم به جد
- Halime “Ben Ahmed’in inanılır, güvenilir sütninesiyim... Onu atasına teslim etmek üzere getirdim.
-
چون رسیدم در حطیم آوازها ** میرسید و میشنیدم از هوا
- Fakat Hatîme gelince kulağıma havadan sesler gelmeye başladı.
-
من چو آن الحان شنیدم از هوا ** طفل را بنهادم آنجا زان صدا 940
- Gökten gelen o sesleri duyunca çocuğu oraya bıraktım...
-
تا ببینم این ندا آواز کیست ** که ندایی بس لطیف و بس شهیست
- Bu sözleri kim söylüyor, göreyim dedim... Çünkü pek lâtif, pek güzel bir sesti o.
-
نه از کسی دیدم بگرد خود نشان ** نه ندا می منقطع شد یک زمان
- Ne etrafımda kimseyi gördüm, ne de bir an o ses kesildi.
-
چونک واگشتم ز حیرتهای دل ** طفل را آنجا ندیدم وای دل
- Şaşırıp kaldım, şaşkınlıkla şuraya buraya giderken bir de baktım ki çocuk, koyduğum yerde yok... Eyvahlar olsun, yazık oldu bana!”
-
گفتش ای فرزند تو انده مدار ** که نمایم مر ترا یک شهریار
- İhtiyar, “Meraklanma, kederlenme... Ben sana bir padişah göstereyim.
-
که بگوید گر بخواهد حال طفل ** او بداند منزل و ترحال طفل 945
- O sana çocuğun ne olduğunu, nereye gittiğini, nerede bulunduğunu söyler” dedi.
-
پس حلیمه گفت ای جانم فدا ** مر ترا ای شیخ خوب خوشندا
- Halime, canım feda olsun sana ey güzel yüzlü, tatlı sözlü ihtiyar!
-
هین مرا بنمای آن شاه نظر ** کش بود از حال طفل من خبر
- Hadi, hemen bana o yüce bakışlı padişahı göster de çocuğun halinden haber alayım, dedi.
-
برد او را پیش عزی کین صنم ** هست در اخبار غیبی مغتنم
- İhtiyar, Halime’yi Uzza’nın yanına götürdü... Dedi ki: “Bu put, kayıpları haber vermede tecrübe edilmiştir.
-
ما هزاران گم شده زو یافتیم ** چون به خدمت سوی او بشتافتیم
- Biz, ona tapı kılarak vardık mı binlerce kaybımızı bulmuştur.”
-
پیر کرد او را سجود و گفت زود ** ای خداوند عرب ای بحر جود 950
- İhtiyar, puta secde edip derhal “Ey Arabın velinimeti, ey cömertlik denizi!
-
گفت ای عزی تو بس اکرامها ** کردهای تا رستهایم از دامها
- Ey uzza! Sen bize nice lütuflarda bulundun da biz tuzaklardan kurtulduk.
-
بر عرب حقست از اکرام تو ** فرض گشته تا عرب شد رام تو
- Lütufların yüzünden Arap’ta hakkın var... Arab’ın sana ram olması farz olmuştur.
-
این حلیمهی سعدی از اومید تو ** آمد اندر ظل شاخ بید تو
- Sad kabilesinden olan Halime, derdine derman olacağını umarak senin gölgene gelip sığındı.
-
که ازو فرزند طفلی گم شدست ** نام آن کودک محمد آمدست
- Onun bir küçük çocuğu kaybolmuş... Adı Muhammed’miş!” dedi.
-
چون محمد گفت آن جمله بتان ** سرنگون گشت و ساجد آن زمان 955
- Arap, Muhammed der demez derhal bütün putlar yere kapandılar, secde ettiler.
-
که برو ای پیر این چه جست و جوست ** آن محمد را که عزل ما ازوست
- “A ihtiyar, Muhammed’i ne çeşit arayış bu? Biz onun yüzünden işten kalacak, hor hakir olacağız!
-
ما نگون و سنگسار آییم ازو ** ما کساد و بیعیار آییم ازو
- Biz onun yüzünden yüz üstü düşeceğiz, taşlanacağız... Onun yüzünden kârımıza kesat gelecek, ayarımız mahvolacak!
-
آن خیالاتی که دیدندی ز ما ** وقت فترت گاه گاه اهل هوا
- Fetret zamanında hevâ ve heves ehlinin arada bir bizden gördükleri o hayaller,
-
گم شود چون بارگاه او رسید ** آب آمد مر تیمم را درید
- Onun devri gelince yok olacak... Su görününce teyemmümün hükmü kalmayacak!
-
دور شو ای پیر فتنه کم فروز ** هین ز رشک احمدی ما را مسوز 960
- A ihtiyar, uzaklaş bizden sınama ateşini alevlendirme; Ahmed’in kıskançlığıyla bizi yakma!
-
دور شو بهر خدا ای پیر تو ** تا نسوزی ز آتش تقدیر تو
- Allah aşkına uzaklaş ey ihtiyar... Uzaklaş da takdir ateşi, seni de bizimle beraber yakmasın!
-
این چه دم اژدها افشردنست ** هیچ دانی چه خبر آوردنست
- Biliyor musun ki bu, âdeta ejderhanın kuyruğunu sıkmaktır... hiç biliyor musun, bu ne çeşit haber getiriştir?
-
زین خبر جوشد دل دریا و کان ** زین خبر لرزان شود هفت آسمان
- Bu haberden denizin de yüreği coşar, madenin de... Bu haberden yedi kat gök bile tir tir titrer!” dediler.
-
چون شنید از سنگها پیر این سخن ** پس عصا انداخت آن پیر کهن
- O güngörmüş, yaş yaşamış ihtiyar, taşlardan bu sözleri duyunca sopasını yere attı.
-
پس ز لرزه و خوف و بیم آن ندا ** پیر دندانها به هم بر میزدی 965
- Titremeye başladı... o seslerden korkmuştu; dişleri takır takır birbirine vuruyordu.
-
آنچنان که اندر زمستان مرد عور ** او همی لرزید و میگفت ای ثبور
- Kışın çıplak adamın titremesi gibi titremekte “Eyvahlar olsun, helâk olduk” demekteydi.
-
چون در آن حالت بدید او پیر را ** زان عجب گم کرد زن تدبیر را
- Halime ihtiyarın bu halini görünce büsbütün şaşırdı, ne yapacağını unuttu.
-
گفت پیر اگر چه من در محنتم ** حیرت اندر حیرت اندر حیرتم
- Dedi ki: “A ihtiyar, ben de mihnetteyim ama şimdi temelli şaşırdım kaldım!
-
ساعتی بادم خطیبی میکند ** ساعتی سنگم ادیبی میکند
- An olur rüzgâr bana hatiplik eder, zaman gelir taşlar edep öğretir!
-
باد با حرفم سخنها میدهد ** سنگ و کوهم فهم اشیا میدهد 970
- Rüzgâr, bana söz söyler... Taş ve dağ, eşyanın hakikatini anlatır!