English    Türkçe    فارسی   

4
960-1009

  • دور شو ای پیر فتنه کم فروز ** هین ز رشک احمدی ما را مسوز 960
  • A ihtiyar, uzaklaş bizden sınama ateşini alevlendirme; Ahmed’in kıskançlığıyla bizi yakma!
  • دور شو بهر خدا ای پیر تو ** تا نسوزی ز آتش تقدیر تو
  • Allah aşkına uzaklaş ey ihtiyar... Uzaklaş da takdir ateşi, seni de bizimle beraber yakmasın!
  • این چه دم اژدها افشردنست ** هیچ دانی چه خبر آوردنست
  • Biliyor musun ki bu, âdeta ejderhanın kuyruğunu sıkmaktır... hiç biliyor musun, bu ne çeşit haber getiriştir?
  • زین خبر جوشد دل دریا و کان ** زین خبر لرزان شود هفت آسمان
  • Bu haberden denizin de yüreği coşar, madenin de... Bu haberden yedi kat gök bile tir tir titrer!” dediler.
  • چون شنید از سنگها پیر این سخن ** پس عصا انداخت آن پیر کهن
  • O güngörmüş, yaş yaşamış ihtiyar, taşlardan bu sözleri duyunca sopasını yere attı.
  • پس ز لرزه و خوف و بیم آن ندا ** پیر دندانها به هم بر می‌زدی 965
  • Titremeye başladı... o seslerden korkmuştu; dişleri takır takır birbirine vuruyordu.
  • آنچنان که اندر زمستان مرد عور ** او همی لرزید و می‌گفت ای ثبور
  • Kışın çıplak adamın titremesi gibi titremekte “Eyvahlar olsun, helâk olduk” demekteydi.
  • چون در آن حالت بدید او پیر را ** زان عجب گم کرد زن تدبیر را
  • Halime ihtiyarın bu halini görünce büsbütün şaşırdı, ne yapacağını unuttu.
  • گفت پیر اگر چه من در محنتم ** حیرت اندر حیرت اندر حیرتم
  • Dedi ki: “A ihtiyar, ben de mihnetteyim ama şimdi temelli şaşırdım kaldım!
  • ساعتی بادم خطیبی می‌کند ** ساعتی سنگم ادیبی می‌کند
  • An olur rüzgâr bana hatiplik eder, zaman gelir taşlar edep öğretir!
  • باد با حرفم سخنها می‌دهد ** سنگ و کوهم فهم اشیا می‌دهد 970
  • Rüzgâr, bana söz söyler... Taş ve dağ, eşyanın hakikatini anlatır!
  • گاه طفلم را ربوده غیبیان ** غیبیان سبز پر آسمان
  • Gâh olur gayb erleri, gökyüzünün yeşil kanatlı melekleri çocuğumu kaparlar!
  • از کی نالم با کی گویم این گله ** من شدم سودایی اکنون صد دله
  • Kime ağlayıp sızlanayım... Kime şikâyet edeyim? Yüzlerce gönülle sevdalara kapılanlara döndüm şimdi.
  • غیرتش از شرح غیبم لب ببست ** این قدر گویم که طفلم گم شدست
  • O çocuğun gayreti, gayb sırlarını söyletmiyor, ağzımı yumuyor benim... Şu kadar söyleyeyim: Çocuğum kayboldu!
  • گر بگویم چیز دیگر من کنون ** خلق بندندم به زنجیر جنون
  • Fakat şimdi başka bir şey söylesem halk, beni delirdi sanır, zincirlere vurur!”
  • گفت پیرش کای حلیمه شاد باش ** سجده‌ی شکر آر و رو را کم خراش 975
  • İhtiyar dedi ki: “Halime, şad ol... Şükür secdesine kapan, yüzünü pek yırtma.
  • غم مخور یاوه نگردد او ز تو ** بلک عالم یاوه گردد اندرو
  • Gam yeme... O kaybolmaz, belki bütün âlem onda kaybolur!
  • هر زمان از رشک غیرت پیش و پس ** صد هزاران پاسبانست و حرس
  • Her an onun önünde, ardında yüzbinlerce gözcü bekçi var; onu korurlar.
  • آن ندیدی کان بتان ذو فنون ** چون شدند از نام طفلت سرنگون
  • Görmedin mi? O hünerli putlar, çocuğun adını duyunca nasıl yerlere kapandılar, secde ettiler!
  • این عجب قرنیست بر روی زمین ** پیر گشتم من ندیدم جنس این
  • Bu devir yeryüzünde acayip bir devir... Ben ihtiyarladım gittim de buna benzer bir şey görmedim.
  • زین رسالت سنگها چون ناله داشت ** تا چه خواهد بر گنه کاران گماشت 980
  • Bu haberden taşlar nasıl feryada geldiler? Bilmem artık suçlulara neler olur?
  • سنگ بی‌جرمست در معبودیش ** تو نه‌ای مضطر که بنده بودیش
  • Taşa biz mabut diyoruz, mabut oluşta onun bir suçu yok... Sen de ona kul olmaya mecbur değilsin!
  • او که مضطر این چنین ترسان شدست ** تا که بر مجرم چه‌ها خواهند بست
  • (Fakat ona sen mabut diyorsun, o da bunu reddediyor, kabul etmeye mecbur.) O, mecburken bu derecede korkarsa artık suçluya neler olacak, bir düşün!
  • خبر یافتن جد مصطفی عبدالمطلب از گم کردن حلیمه محمد را علیه‌السلام و طالب شدن او گرد شهر و نالیدن او بر در کعبه و از حق درخواستن و یافتن او محمد را علیه‌السلام
  • Mustafa’nın ceddi Abdülmuttalib’in Halime’nin Muhammed aleyhisselâm’ı kaybettiğini, şehrin etrafında dönüp dolaşarak aradığını ve Kâbe’de ağlayıp sızladığını, Allah’tan Muhammed aleyhisselâm’ı bulmayı niyaz ettiğini duyması
  • چون خبر یابید جد مصطفی ** از حلیمه وز فغانش بر ملا
  • Mustafa’nın ceddi, Halime’nin halini, halk içinde ağlayıp sızladığını,
  • وز چنان بانگ بلند و نعره‌ها ** که بمیلی می‌رسید از وی صدا
  • Sesi, bir millik mesafeye yetişecek kadar feryat ve figan ettiğini duyunca,
  • زود عبدالمطلب دانست چیست ** دست بر سینه همی‌زد می‌گریست 985
  • İşi anladı... eliyle göğsünü yumruklamaya, bağırıp ağlamaya koyuldu.
  • آمد از غم بر در کعبه بسوز ** کای خبیر از سر شب وز راز روز
  • Derken yana yakıla Kâbe kapısına gelip dedi ki: “Ey gece sırlarını da, gündüzün gizlenen işleri de bilen Allah!
  • خویشتن را من نمی‌بینم فنی ** تا بود هم‌راز تو هم‌چون منی
  • Kendimde bir hüner, bir marifet görmüyorum ki senin gibisiyle sırdaş olayım.
  • خویشتن را من نمی‌بینم هنر ** تا شوم مقبول این مسعود در
  • Kendimde bir ehliyet görmüyorum ki bu kutlu kapıda makbule geçeyim.
  • یا سر و سجده‌ی مرا قدری بود ** یا باشکم دولتی خندان شود
  • Ne başımda bir değer var, ne secdemde... Ne de ağlamamla bir devlet gülümser benim.
  • لیک در سیمای آن در یتیم ** دیده‌ام آثار لطفت ای کریم 990
  • Ancak o eşi bulunmaz tek incinin yüzünde senin lütuf eserlerini görmüşüm ey kerem sahibi Allah’ım.
  • که نمی‌ماند به ما گرچه ز ماست ** ما همه مسیم و احمد کیمیاست
  • O bizden ama bize benzemiyor... Biz hep bakırız, Ahmet kimya!
  • آن عجایبها که من دیدم برو ** من ندیدم بر ولی و بر عدو
  • Onda gördüğüm şaşılacak şeyleri ne bir dostta gördüm ben, ne bir düşmanda!
  • آنک فضل تو درین طفلیش داد ** کس نشان ندهد به صد ساله جهاد
  • Bu çocuğa ihsan ettiğin faziletleri, birisi yüzyıl mücadelede bulunsa elde edemez”, nişanesini bile bulamaz.
  • چون یقین دیدم عنایتهای تو ** بر وی او دریست از دریای تو
  • Senin ona olan inayetlerini iyice gördüm... Anladım ki o senin denizinin biricik incisi!
  • من هم او را می شفیع آرم به تو ** حال او ای حال‌دان با من بگو 995
  • Ben de işte sana onu şefaatçi getirmedeyim... Onun yüzü suyu hürmetine ey herkesin halini bilen Allah, o ne haldedir; bana bildir!
  • از درون کعبه آمد بانگ زود ** که هم‌اکنون رخ به تو خواهد نمود
  • Kâbe içinden derhal bir ses geldi: “şimdi sana yüz gösterecek!
  • با دو صد اقبال او محظوظ ماست ** با دو صد طلب ملک محفوظ ماست
  • O yüzlerce devletle bizden nasip almıştır... Yüzlerce bölük melek, onu korumadadır.
  • ظاهرش را شهره‌ی گیهان کنیم ** باطنش را از همه پنهان کنیم
  • Onun zahirini, âleme meşhur edeceğiz... bâtınını da herkes den gizleyeceğiz!
  • زر کان بود آب و گل ما زرگریم ** که گهش خلخال و گه خاتم بریم
  • Su ve toprak altın madeniydi; bizse kuyumcuyuz... Gâh onu halhal yaparız, gâh yüzük!
  • گه حمایلهای شمشیرش کنیم ** گاه بند گردن شیرش کنیم 1000
  • Gâh kılıç bağı yaparız... Gâh aslanın boynuna tasma!
  • گه ترنج تخت بر سازیم ازو ** گاه تاج فرقهای ملک‌جو
  • Gâh onu tahtı bezeyen turunç yaparız, gâh devlet isteyen padişahların başına taç ederiz!
  • عشقها داریم با این خاک ما ** زانک افتادست در قعده‌ی رضا
  • Bu toprakla aşklarımız vardır bizim... Çünkü o rıza ka’desine oturmuştur.
  • گه چنین شاهی ازو پیدا کنیم ** گه هم او را پیش شه شیدا کنیم
  • Gâh ondan böyle bir padişah çıkarırız... Gâh o padişahı da bir padişaha âşık ederiz!
  • صد هزاران عاشق و معشوق ازو ** در فغان و در نفیر و جست و جو
  • O topraktan yüz binlerce âşık, yüz binlerce maşuk yaratırız... Hepsi de feryad-ü figandadır, arayıp taramadadır!
  • کار ما اینست بر کوری آن ** که به کار ما ندارد میل جان 1005
  • Bizim işimize candan meyli olmayanın körlüğüne işimiz budur işte!
  • این فضیلت خاک را زان رو دهیم ** که نواله پیش بی‌برگان نهیم
  • Nevaleyi azıksızlar önüne koruz... İşte o yüzden toprağa bu faziletleri veririz biz.
  • زانک دارد خاک شکل اغبری ** وز درون دارد صفات انوری
  • Çünkü toprak, tozlu ve kapkara görünür ama içinde nurlu sıfatlar vardır.
  • ظاهرش با باطنش گشته به جنگ ** باطنش چون گوهر و ظاهر چو سنگ
  • Dış yüzü iç yüzüyle savaştadır... İç yüzü inci gibidir, dışı taşa benzer.
  • ظاهرش گوید که ما اینیم و بس ** باطنش گوید نکو بین پیش و پس
  • Dışı, biz, ancak buyuz der... İçi, dikkat et, işin önüne, ardına iyi bak der!