English    Türkçe    فارسی   

5
2365-2414

  • پس سلامش کرد و پرسیدش ز حال  ** کز چه این خر گشت دوتا هم‌چو دال  2365
  • Ona selâm verdi, bu eşek neden böyle dal gibi iki kat olmuş diye sordu.
  • گفت از درویشی و تقصیر من  ** که نمی‌یابد خود این بسته‌دهن 
  • Adam, benim yoksulluğumdan, benim taksiratımdan. Bu ağzı dili bağlı mahlûk saman bulamıyor dedi.
  • گفت بسپارش به من تو روز چند  ** تا شود در آخر شه زورمند 
  • İmrahor dedi ki: Sen, birkaç gün onu bana ver de padişahın ahırında kuvvetlensin.
  • خر بدو بسپرد و آن رحمت‌پرست  ** در میان آخر سلطانش بست 
  • Adam, eşeği o merhametli kişiye verdi. O da onu padişahın ahırına bağladı.
  • خر ز هر سو مرکب تازی بدید  ** با نوا و فربه و خوب و جدید 
  • Eşek, her yanda tavlı, semiz, güzel ve taze arap atlarını gördü.
  • زیر پاشان روفته آبی زده  ** که به وقت وجو به هنگام آمده  2370
  • Ayak bastıkları yerler süpürülmüş, sulanmıştı. Saman da tam vaktinde geliyordu, arpa da tam vaktinde.
  • خارش و مالش مر اسپان را بدید  ** پوز بالا کرد کای رب مجید 
  • Atların tımarını da görünce başını göğe kaldırdı da dedi ki: Ey ulu Tanrı,
  • نه که مخلوق توم گیرم خرم  ** از چه زار و پشت ریش و لاغرم 
  • Tutalım eşeğim, senin mahlûkun değil miyim? Neden böyle perişanım, neden sırtım yaralı, neden zayıfım?
  • شب ز درد پشت و از جوع شکم  ** آرزومندم به مردن دم به دم 
  • Geceleri arkamın acısından, karnımın acılığından her an ölümümü istiyorum,
  • حال این اسپان چنین خوش با نوا  ** من چه مخصوصم به تعذیب و بلا 
  • Bu atların halleri böyle mükemmel. Peki, neden azap ve belâ, yalnız bana mahsus?
  • ناگهان آوازه‌ی پیگار شد  ** تازیان را وقت زین و کار شد  2375
  • Derken ansızın savaş koptu. Arap atlarına eğerleri vurup savaşa sürdüler.
  • زخمهای تیر خوردند از عدو  ** رفت پیکانها دریشان سو به سو 
  • Onlar, düşmandan oklar yediler. Her yanlarına temrenler sapladı.
  • از غزا باز آمدند آن تازیان  ** اندر آخر جمله افتاده ستان 
  • Savaştan geri dönüp hepsi de perişan bir halde ahıra düştüler.
  • پایهاشان بسته محکم با نوار  ** نعلبندان ایستاده بر قطار 
  • Ayakları sağlam iplerle mükemmel bağlandı. Nalbantlar sıra sıra dizildi.
  • می‌شکافیدند تن‌هاشان بنیش  ** تا برون آرند پیکانها ز ریش 
  • Hançerlerle bedenlerini yarıyor, yaralardan temrenleri çıkarıyorlardı.
  • آن خر آن را دید و می‌گفت ای خدا  ** من به فقر و عافیت دادم رضا  2380
  • Eşek bunları görünce dedi ki: Yarabbi, ben yoksullukla süregeldiğim şu afiyete razıyım.
  • زان نوا بیزارم و زان زخم زشت  ** هرکه خواهد عافیت دنیا بهشت 
  • O gıdadan da bizarım, o çirkin yaradan da. Afiyet dileyen, dünyayı terk eder.
  • ناپسندیدن روباه گفتن خر را کی من راضیم به قسمت 
  • Eşeğin, ben kısmetime razıyım deyip tilkinin sözünü beğenmemesi
  • گفت روبه جستن رزق حلال  ** فرض باشد از برای امتثال 
  • Tilki dedi ki: Tanrı emrine uyup helâl rızık aramak farzdır.
  • عالم اسباب و چیزی بی‌سبب  ** می‌نباید پس مهم باشد طلب 
  • Bu âlem, sebepler âlemidir. Sebepsiz hiçbir şey elde edilmez, şu halde mutlaka dilemek lâzımdır.
  • وابتغوا من فضل الله است امر  ** تا نباید غصب کردن هم‌چو نمر 
  • Tanrı "Allah'ın ihsanını dileyin" diye emretti. Kaplan gibi kaçmak caiz değildir.
  • گفت پیغامبر که بر رزق ای فتی  ** در فرو بسته‌ست و بر در قفلها  2385
  • Peygamber, rızık için "Kapısı bağlıdır, kapısında da kilit var" buyurmuştur.
  • جنبش و آمد شد ما و اکتساب  ** هست مفتاحی بر آن قفل و حجاب 
  • O kilidin anahtarı bizim hareketimiz, gelip gitmemiz ve kazancımızdır.
  • بی‌کلید این در گشادن راه نیست  ** بی‌طلب نان سنت الله نیست 
  • Bu kapının anahtarsız açılmasına yol yok. İstemeden ekmek vermek, Tanrının âdeti değildir.
  • جواب گفتن خر روباه را 
  • Tilkiye eşeğin cevap vermesi
  • گفت از ضعف توکل باشد آن  ** ورنه بدهد نان کسی که داد جان 
  • Eşek, o senin dediğin Tanrı'ya dayanmanın zayıflığından. Yoksa can veren, ekmek de verir.
  • هر که جوید پادشاهی و ظفر  ** کم نیاید لقمه‌ی نان ای پسر 
  • Padişahlık ve zafer istiyen kişiye ekmek lokması az gelmez oğlum.
  • دام و دد جمله همه اکال رزق  ** نه پی کسپ‌اند نه حمال رزق  2390
  • Tuzak kurup av avlıyanlarla yırtıcı canavarların hepsi rızık yemede. Bunlar, ne kazanç peşinde dolaşırlar, ne de rızık kazanmaya çalışırlar.
  • جمله را رزاق روزی می‌دهد  ** قسمت هر یک به پیشش می‌نهد 
  • Rızık verici Tanrı, herkese kısmetini vermededir. Herkesin kısmetini, önüne koymadadır.
  • رزق آید پیش هر که صبر جست  ** رنج کوششها ز بی‌صبری تست 
  • Kim sabrederse rızkı gelir yetişir. Çalışıp çabalama zahmetine düşmen senin sabırsızlığındandır dedi.
  • جواب گفتن روبه خر را 
  • Tilkinin eşeğe cevabı
  • گفت روبه آن توکل نادرست  ** کم کسی اندر توکل ماهرست 
  • Tilki dedi ki: Tanrı'ya dayanma, nadir bulunur. Bu dayanmada mahir olanlar, pek az kimselerdir.
  • گرد نادر گشتن از نادانی است  ** هر کسی را کی ره سلطانی است 
  • Nadir şeyin etrafında dönüp dolaşmak, bilgisizlikten ileri gelir. Herkes, nerden padişahlığa yol bulacak?
  • چون قناعت را پیمبر گنج گفت  ** هر کسی را کی رسد گنج نهفت  2395
  • Peygamber, kanaate hazine demiştir. Gizli hazineyi herkes, elde edebilir mi?
  • حد خود بشناس و بر بالا مپر  ** تا نیفتی در نشیب شور و شر 
  • Haddini bil de yukarlarda uçma. Uçma da kötülük çukuruna düşme!
  • جواب گفتن خر روباه را 
  • Eşeğin, tilkiye cevap vermesi
  • گفت این معکوس می‌گویی بدان  ** شور و شر از طمع آید سوی جان 
  • Eşek, bunu ters söylüyorsun dedi, bil ki kötülük, insana tamahtan gelir.
  • از قناعت هیچ کس بی‌جان نشد  ** از حریصی هیچ کس سلطان نشد 
  • Kanaatten hiç kimse ölmedi, hırsla da hiç kimse padişah olmadı.
  • نان ز خوکان و سگان نبود دریغ  ** کسپ مردم نیست این باران و میغ 
  • Tanrı, ekmeği domuzlarla köpeklerden bile esirgemiyor. Şu bulut ve yağmur, insanların kazancı değil ya.
  • آنچنان که عاشقی بر زرق زار  ** هست عاشق رزق هم بر رزق‌خوار  2400
  • Sen nasıl rızıka düşkün bir âşıksan rızık da rızık yiyene öyle düşkün bir âşıktır.
  • در تقریر معنی توکل حکایت آن زاهد کی توکل را امتحان می‌کرد از میان اسباب و شهر برون آمد و از قوارع و ره‌گذر خلق دور شد و ببن کوهی مهجوری مفقودی در غایت گرسنگی سر بر سر سنگی نهاد و خفت و با خود گفت توکل کردم بر سبب‌سازی و رزاقی تو و از اسباب منقطع شدم تا ببینم سببیت توکل را 
  • Tanrı'ya dayanma münasebetiyle bu dayancı denemek istiyen ve sebepleri bırakıp şehirden ve halkın geçeceği yerlerden uzaklaşarak bir dağ eteğine giden, açlıktan basını bir taşa koyan ve içinden Yarabbi, senin sebep yaratmana ve rızık vericiliğine dayandım, sebepleri bıraktım. Bu suretle sana dayanmanın sebep halk etmesini de göreyim diyen zahidin hikâyesi
  • آن یکی زاهد شنود از مصطفی  ** که یقین آید به جان رزق از خدا 
  • Bir zahit, Mustafa'dan "Herkesin rızkı Tanrıdan gelir.
  • گر بخواهی ور نخواهی رزق تو  ** پیش تو آید دوان از عشق تو 
  • Dilesen de, dilemesen de rızkın, senin aşkınla koşa koşa gelir, sana ulaşır" sözünü duymuştu.
  • از برای امتحان آن مرد رفت  ** در بیابان نزد کوهی خفت تفت 
  • Denemek için sahralara düştü, bir dağın dibine vardı, yatıp uyudu.
  • که ببینم رزق می‌آید به من  ** تا قوی گردد مرا در رزق ظن 
  • Bakalım diyordu, rızkım gelecek mi? Şunu bir göreyim de bu husustaki inancım kuvvetlensin.
  • کاروانی راه گم کرد و کشید  ** سوی کوه آن ممتحن را خفته دید  2405
  • Bir kervan, yolunu kaybetti. Süre süre o adamın bulunduğu yere kadar geldi. Kervan halkı onu uyumuş görünce,
  • گفت این مرد این طرف چونست عور  ** در بیابان از ره و از شهر دور 
  • Birisi bu adam neden böyle çölde yoldan ve şehirden uzak bir yerde çıplak bir halde yatıyor?
  • ای عجب مرده‌ست یا زنده که او  ** می‌نترسد هیچ از گرگ و عدو 
  • Hiçbir kurttan, hiçbir düşmandan korkmuyor. ölü mü acaba, yoksa diri mi? dedi.
  • آمدند و دست بر وی می‌زدند  ** قاصدا چیزی نگفت آن ارجمند 
  • Kervan halkı gelip onu yakaladılar. O ulu er, mahsustan hiçbir şey söylemedi.
  • هم نجنبید و نجنبانید سر  ** وا نکرد از امتحان هم او بصر 
  • Ne vücudunu oynattı, ne başını. Ne de gözünü açtı.
  • پس بگفتند این ضعیف بی‌مراد  ** از مجاعت سکته اندر اوفتاد  2410
  • Bunun üzerine bu zavallı zayıf, açlıktan ölüm haline gelmiş dediler.
  • نان بیاوردند و در دیگی طعام  ** تا بریزندش به حلقوم و به کام 
  • Ekmek ve bir kap içinde yemek getirdiler. Boğazına dökmek istediler.
  • پس بقاصد مرد دندان سخت کرد  ** تا ببیند صدق آن میعاد مرد 
  • Zahit, rızkın, insana çaresiz yetişip geleceği hakkındaki sözü iyice anlamak için inadına dişlerini sıktı.
  • رحمشان آمد که این بس بی‌نواست  ** وز مجاعت هالک مرگ و فناست 
  • Kervan halkı acıdılar. Bu zavallı, tamamiyle bitmiş, açlıktan ölüm haline gelmiş dediler.
  • کارد آوردند قوم اشتافتند  ** بسته دندانهاش را بشکافتند 
  • Koşup bıçak getirdiler, ağzına dayayıp dişlerini zorla açtılar.