English    Türkçe    فارسی   

6
3047-3096

  • بر زدندی چون فدایی حمله‌ای  ** خویش را بر گربه‌ی بی‌مهله‌ای 
  • Fedai gibi aman vermeden kediye saldırırdı.
  • آن یکی چشمش بکندی از ضراب  ** وان دگر گوشش دریدی هم به ناب 
  • Bir tanesi gözünü ısırır, oyar, öbürü kulağını dişleyip yırtar,
  • وان دگر سوراخ کردی پهلوش  ** از جماعت گم شدی بیرون شوش 
  • Bir başkası yanını delerdi. Kedi bu topluluktan kurtulamazdı.
  • لیک جمعیت ندارد جان موش  ** بجهد از جانش به بانگ گربه هوش  3050
  • Fakat farede topluluk için yürek yoktur. Kedinin sesini duydu mu aklı başından gider.
  • خشک گردد موش زان گربه‌ی عیار  ** گر بود اعداد موشان صد هزار 
  • Hilebaz kedinin önünde kuruyup kalır. İsterse farenin sayısı yüz bin olsun ne çıkar?
  • از رمه‌ی انبه چه غم قصاب را  ** انبهی هش چه بندد خواب را 
  • Koyun sürüsü çok olmuş kasaba ne gam? Akıl çokluğu uykuyu def edebilir mi?
  • مالک الملک است جمعیت دهد  ** شیر را تا بر گله‌ی گوران جهد 
  • Mülkün sahibi Tanrı’dır. Topluluğu o verir, bu yüreği o ihsan ederde aslan, yaban sığırı sürüsüne atılır.
  • صد هزاران گور ده‌شاخ و دلیر  ** چون عدم باشند پیش صول شیر 
  • On çatallı boynuzları olan yüz binlerce yiğit geyik aslanın saldırışına karşı, âdeta yok olur.
  • مالک الملک است بدهد ملک حسن  ** یوسفی را تا بود چون ماء مزن  3055
  • Mülkün sahibi O’dur. Bir Yusuf’a güzellik saltanatını verir de onu ak buluttan yağan lâtif yağmura döndürür.
  • در رخی بنهد شعاع اختری  ** که شود شاهی غلام دختری 
  • Bir yüze bir yıldız parlaklığı ihsan ederde koca bir padişah bir kızın kölesi kesilir.
  • بنهد اندر روی دیگر نور خود  ** که ببیند نیم‌شب هر نیک و بد 
  • Bir başkasının yüzüne kendi nurunu verir, o adam, gece yarısı her iyiyi her kötüyü görür.
  • یوسف و موسی ز حق بردند نور  ** در رخ و رخسار و در ذات الصدور 
  • Yusuf’la Musa, Tanrı nuruna sahip oldular, yüzlerinde, gönüllerinde o nur parladı.
  • روی موسی بارقی انگیخته  ** پیش رو او توبره آویخته 
  • Musa’nın yüzü, öyle bir nur saçtı ki nihayet yüzüne bir nikap tutunmaya mecbur oldu.
  • نور رویش آن‌چنان بردی بصر  ** که زمرد از دو دیده‌ی مار کر  3060
  • Yüzünün nuru âdeta hücum eden yılanın gözünü zümrüt nasıl alırsa gözleri öyle almaktaydı.
  • او ز حق در خواسته تا توبره  ** گردد آن نور قوی را ساتره 
  • Musa, o kuvvetli nuru örtmek üzere Tanrı’dan nikap istedi.
  • توبره گفت از گلیمت ساز هین  ** کان لباس عارفی آمد امین 
  • Tanrı da o nikabı, yürü, var, kiliminden yap. Çünkü o, emniyet sahibi bir ârifin elbisesidir.
  • کان کسا از نور صبری یافتست  ** نور جان در تار و پودش تافتست 
  • O elbise Tanrı nurundan bir sabra nail olmuştur, dokumasında can nuru vardır.
  • جز چنین خرقه نخواهد شد صوان  ** نور ما را بر نتابد غیر آن 
  • Böyle bir hırkadan başka bir şeyle korunamazsın. Nurumuza, ondan başka hiçbir şey tahammül edemez.
  • کوه قاف ار پیش آید بهرسد  ** هم‌چو کوه طور نورش بر درد  3065
  • Kafdağı bile o nura mâni olmaya kalkışsa o nur, Kafdağı’nı da Tur gibi parçalar dedi.
  • از کمال قدرت ابدان رجال  ** یافت اندر نور بی‌چون احتمال 
  • Erlerin bedenlerine Tanrı kudretinin yüceliği öyle bir tahammül vermiştir ki neliksiz niteliksiz Tanrı nuruna dayanırlar.
  • آنچ طورش بر نتابد ذره‌ای  ** قدرتش جا سازد از قاروره‌ای 
  • Tur dağının zerresine tahammül etmediği nur, Tanrı kudretiyle bir sırçayı yer eder.
  • گشت مشکات و زجاجی جای نور  ** که همی‌درد ز نور آن قاف و طور 
  • Kandil duracak yer ve bir sırça kandil, Kafdağı ile Tur’u paramparça eden nura mekân olur.
  • جسمشان مشکات دان دلشان زجاج  ** تافته بر عرش و افلاک این سراج 
  • Onların bedenlerini kandil konacak yer, gönüllerini de sırça bil. Bu kandilin nuru, arşa da vurur, göklere de.
  • نورشان حیران این نور آمده  ** چون ستاره زین ضحی فانی شده  3070
  • Arşın ve göklerin nuru, bu nura karşı şaşırıp kalır, kuşluk çağındaki yıldız gibi yok olur gider.
  • زین حکایت کرد آن ختم رسل  ** از ملیک لا یزال و لم یزل 
  • Peygamberlerin sonuncusu, bunu hiçbir an zevali olmayan padişahlar padişahından nakletmiştir.
  • که نگنجیدم در افلاک و خلا  ** در عقول و در نفوس با علا 
  • Tanrı demiştir ki: Ben göklere, boşluğa, yüce akıllarla nefislere sığmadım da,
  • در دل مومن بگنجیدم چو ضیف  ** بی ز چون و بی چگونه بی ز کیف 
  • Konuk gibi vardım, müminin gönlünde keyfiyetsiz, mahiyeti anlaşılmaz bir şekilde yurt tuttum, oraya konuk oldum.
  • در دل مومن بگنجیدم چو ضیف  ** بی ز چون و بی چگونه بی ز کیف 
  • Bu gönül vasıtası ile yücelerde bulunanlar da benden padişahlılar, baht ve devletler bulurlar, aşağıda bulunanlar da.
  • بی‌چنین آیینه از خوبی من  ** برنتابد نه زمین و نه زمن  3075
  • Böyle bir ayna olmadıkça güzelliğinden hiçbir şey görünmez, ne yeryüzünde, ne de zaman içinde nurum tecelli etmez.
  • بر دو کون اسپ ترحم تاختیم  ** پس عریض آیینه‌ای بر ساختیم 
  • İki âleme de merhamet atını sürdüm de geniş bir ayna düzdüm.
  • هر دمی زین آینه پنجاه عرس  ** بشنو آیینه ولی شرحش مپرس 
  • Her an bu aynadan elli düğün halkı doyar. Aynayı işit fakat nasıldır? Sorma!
  • حاصل این کزلبس خویشش پرده ساخت  ** که نفوذ آن قمر را می‌شناخت 
  • Hâsılı Musa’da bu elbiseden nikap yaptı, yüzünü örttü. Çünkü o yay gibi parlak nurun tesirini anlamıştı.
  • گر بدی پرده ز غیر لبس او  ** پاره گشتی گر بدی کوه دوتو 
  • Elbisesinden başka bir şeyden nikap yapsaydı sağlam ve yüce bir dağ olsa, hatta dağdan da sağlam bulunsa yine paramparça olurdu.
  • ز آهنین دیوارها نافذ شدی  ** توبره با نور حق چه فن زدی  3080
  • Tanrı nuru demir duvarlardan bile geçtikten sonra artık nikap ona ne yapabilir?
  • گشته بود آن توبره صاحب تفی  ** بود وقت شور خرقه‌ی عارفی 
  • O nikap, hararetli bir ârifin coşkunluk zamanındaki hırkasına benziyordu âdeta.
  • زان شود آتش رهین سوخته  ** کوست با آتش ز پیش آموخته 
  • Kav, önce yakılır, alıştırılır da ondan sonra ateş alır.
  • وز هوا و عشق آن نور رشاد  ** خود صفورا هر دو دیده باد داد 
  • O doğru yolu gösteren nurun aşkıyla Safura, iki gözünü de yele verdi.
  • اولا بر بست یک چشم و بدید  ** نور روی او و آن چشمش پرید 
  • Önce bir gözünü kapatıp baktı, Musa’nın gözündeki nuru görünce o gözü uçtu, kör oldu.
  • بعد از آن صبرش نماند و آن دگر  ** بر گشاد و کرد خرج آن قمر  3085
  • Ondan sonra sabrı kalmadı, o gözünü de açıp baktı, öbür gözünü de o ayın uğruna harcadı.
  • هم‌چنان مرد مجاهد نان دهد  ** چون برو زد نور طاعت جان دهد 
  • Savaş eri de önce yoksulara ekmek verir. Fakat ibadet nuru ona vurdu mu canını bağışlar.
  • پس زنی گفتش ز چشم عبهری  ** که ز دستت رفت حسرت می‌خوری 
  • Bir kadın Safura’ya, “O nergis gibi gözlerin elden gitti, acıklanıyor musun?” diye sordu.
  • گفت حسرت می‌خورم که صد هزار  ** دیده بودی تا همی‌کردم نثار 
  • Safura dedi ki: Yüz binlerce gözüm olsaydı da hepsini feda etseydim. Fakat ne fayda, yok ki! Buna acıklanıyorum.
  • روزن چشمم ز مه ویران شدست  ** لیک مه چون گنج در ویران نشست 
  • Göz pencerem, ayın nuru ile yıkıldı ama ay, define gibi bu yıkık yeri yurt edindi.
  • کی گذارد گنج کین ویرانه‌ام  ** یاد آرد از رواق و خانه‌ام  3090
  • Define, artık bu yıkık yurdu, ev mi, dam mı, düşünmeye vakit bırakır mı?
  • نور روی یوسفی وقت عبور  ** می‌فتادی در شباک هر قصور 
  • Yusuf sokaktan geçerken yüzünün nuru her evin kafesinden içeri vururdu.
  • پس بگفتندی درون خانه در  ** یوسفست این سو به سیران و گذر 
  • Evdekiler, Yusuf bir yere gidiyor yine derlerdi.
  • زانک بر دیوار دیدندی شعاع  ** فهم کردندی پس اصحاب بقاع 
  • Köşede bucakta oturanlarda duvarda bir nur gördüler mi Yusuf’un geçtiğini anlarlardı.
  • خانه‌ای را کش دریچه‌ست آن طرف  ** دارد از سیران آن یوسف شرف 
  • O tarafa penceresi bulunan ev, Yusuf’un geçişişinden ululanır, şeref bulurdu.
  • هین دریچه سوی یوسف باز کن  ** وز شکافش فرجه‌ای آغاز کن  3095
  • Hadi Yusuf’un geçeceği tarafa bir pencere aç da oraya otur, seyrine bak!
  • عشق‌ورزی آن دریچه کردنست  ** کز جمال دوست سینه روشنست 
  • Âşık olmak, o yana bir pencere açmaktır. Çünkü gönül, dostun cemali ile aydınlanır.