English    Türkçe    فارسی   

6
4216-4265

  • رفت طغیان آب از چشمش گشاد  ** آب چشمش زرع دین را آب داد 
  • O mirasyedinin de azgınlığı gitti, gözlerinden yaş boşandı. Gözyaşları, din mahsulüne su verdi.
  • سبب تاخیر اجابت دعای مومن 
  • Müminin duasının geç kabul edilmesindeki sebep
  • ای بسا مخلص که نالد در دعا  ** تا رود دود خلوصش بر سما 
  • Nice ihlas sahibi vardır ki ağlar, sızlar, dua eder. Duasındaki ihlas dumanı da göğe kadar gider.
  • تا رود بالای این سقف برین  ** بوی مجمر از انین المذنبین 
  • Suçluların sızlanmasından bir öd ağacı kokusu, bu güzelim gök kubbenin ta yücelerine kadar varır.
  • پس ملایک با خدا نالند زار  ** کای مجیب هر دعا وی مستجار 
  • Bunun üzerine melekler Tanrı’ya sızlanmaya başlarlar: Ey her duayı kabul eden, ey sığınılan Tanrı!
  • بنده‌ی مومن تضرع می‌کند  ** او نمی‌داند به جز تو مستند  4220
  • Mümin kulun yalvarmada. Onun senden başka dayandığı yok.
  • تو عطا بیگانگان را می‌دهی  ** از تو دارد آرزو هر مشتهی 
  • Sen yabancılara bile ihsanda bulunursun. Her iştah sahibi, dileğini senden diler.
  • حق بفرماید که نه از خواری اوست  ** عین تاخیر عطا یاری اوست 
  • Tanrı buyurur ki: bu onu horlamak için değil. Ona geç ihsan etmem, onun faydasınadır.
  • حاجت آوردش ز غفلت سوی من  ** آن کشیدش مو کشان در کوی من 
  • İhtiyacı onu gafletten ayılttı, bana çevirdi; saçından tuttu, çeke, çeke benim tarafıma getirdi.
  • گر بر آرم حاجتش او وا رود  ** هم در آن بازیچه مستغرق شود 
  • Dileğini verirsem yine döner, o oyuncağa kapılır gaflete gark olur gider.
  • گرچه می‌نالد به جان یا مستجار  ** دل شکسته سینه‌خسته گو بزار  4225
  • Gerçi ey sığınılan en düşkünlere yardım eden Tanrı diye gönlü kırık, perişan bir halde ağlayıp sızlanmada ama ko ağlasın, sızlasın.
  • خوش همی‌آید مرا آواز او  ** وآن خدایا گفتن و آن راز او 
  • Bana onun sesi hoş gelmede. O yarabbi demesi, sırlarını söylemesi hoşuma gidiyor.
  • وانک اندر لابه و در ماجرا  ** می‌فریباند بهر نوعی مرا 
  • Yalvararak başından geçenleri anlatarak beni her çeşit aldatmada.
  • طوطیان و بلبلان را از پسند  ** از خوش آوازی قفس در می‌کنند 
  • Dudu kuşlarıyla bülbülleri, seslerinin güzelliği yüzünden kafese koyarlar.
  • زاغ را و چغد را اندر قفس  ** کی کنند این خود نیامد در قصص 
  • Fakat kuzgunla baykuşu hiç kafese korlar mı? Böyle bir şey hiç işitilmemiştir.
  • پیش شاهد باز چون آید دو تن  ** آن یکی کمپیر و دیگر خوش‌ذقن  4230
  • Güzel seven bir ekmekçinin yanına iki kişi gelse, bir tanesi ihtiyar, bir tanesi de güzel bir delikanlı olsa.
  • هر دو نان خواهند او زوتر فطیر  ** آرد و کمپیر را گوید که گیر 
  • İkisi de ekmek isteseler ekmekçi hemen bir somun kapıp al der, ihtiyara verir.
  • وآن دگر را که خوشستش قد و خد  ** کی دهد نان بل به تاخیر افکند 
  • Öbür boyu boyu güzel olana hemencecik ekmek verir mi? Onu geciktirir.
  • گویدش بنشین زمانی بی‌گزند  ** که به خانه نان تازه می‌پزند 
  • Der ki: bir zamancağız bekle hele. Evde taze ekmek pişiriyorlar.
  • چون رسد آن نان گرمش بعد کد  ** گویدش بنشین که حلوا می‌رسد 
  • O sıcak ekmek bir müddet sonra gelse bile yine hele otur der, helva da gelecek şimdi.
  • هم برین فن داردارش می‌کند  ** وز ره پنهان شکارش می‌کند  4235
  • Böyle , böyle onu geciktirir, oyalar gizli bir yoldan avlamaya başlar.
  • که مرا کاریست با تو یک زمان  ** منتظر می‌باش ای خوب جهان 
  • Benim seninle bir müddet işim var. Ey dünya güzeli, bekle hele der.
  • بی‌مرادی مومنان از نیک و بد  ** تو یقین می‌دان که بهر این بود 
  • İşte müminlerin, iyiden, kötüden bir murada hemencecik nail olamamaları iyice bil ki bu yüzdendir.
  • رجوع کردن به قصه‌ی آن شخص کی به او گنج نشان دادند به مصر و بیان تضرع او از درویشی به حضرت حق 
  • Rüyasında “Mısır’da define var” dedikleri adamın Tanrı tapısında yoksulluktan sızıldanması
  • مرد میراثی چو خورد و شد فقیر  ** آمد اندر یا رب و گریه و نفیر 
  • Mirasyedi, mirası yiyip bitirdi. Yoksullaştı, yarabbi demeye, ağlayıp sızlanmaya başladı.
  • خود کی کوبد این در رحمت‌نثار  ** که نیابد در اجابت صد بهار 
  • Zaten rahmetler saçan bu kapıyı kim dövdü de Tanrı icabet etmedi; bu kapı açılıp ona yüzlerce bahar saçılmıştı?
  • خواب دید او هاتفی گفت او شنید  ** که غنای تو به مصر آید پدید  4240
  • Rüya gördü bir hatif ona dedi ki: Sen, Mısır’da zengin olacaksın.
  • رو به مصر آنجا شود کار تو راست  ** کرد کدیت را قبول او مرتجاست 
  • Yürü Mısır’a git. İşin orada düzelecek. Tanrı niyazını kabul etti. O ricaları kabul eden Tanrıdır.
  • در فلان موضع یکی گنجی است زفت  ** در پی آن بایدت تا مصر رفت 
  • Falan yerde büyük bir define var. onun için ta Mısır’a kadar gitmen gerek.
  • بی‌درنگی هین ز بغداد ای نژند  ** رو به سوی مصر و منبت‌گاه قند 
  • Ey köhne adam durmadan hemencecik Bağdat’tan kalk, Mısır’a şeker kamışlığına kadar git!
  • چون ز بغداد آمد او تا سوی مصر  ** گرم شد پشتش چو دید او روی مصر 
  • Adam, Bağdat’tan kalkıp ta Mısır’a kadar gitti. Mısır’ı görünce sırtı kaşındı.
  • بر امید وعده‌ی هاتف که گنج  ** یابد اندر مصر بهر دفع رنج  4245
  • Sıkıntısını gidermek için hatifin vadine ümitlenerek Mısır’a gitti.
  • در فلان کوی و فلان موضع دفین  ** هست گنجی سخت نادر بس گزین 
  • Hatif, falan mahallede falan yerde gömülü pek nadir, pek değerli bir define var demişti.
  • لیک نفقه‌ش بیش و کم چیزی نماند  ** خواست دقی بر عوام‌الناس راند 
  • Oraya kadar gitti ama az çok, hiçbir geçinecek parası pulu kalmadı. Halktan dilencilik etmeye niyet etti.
  • لیک شرم و همتش دامن گرفت  ** خویش را در صبر افشردن گرفت 
  • Fakat yüzü tutmuyor, utanıyordu. Sabretti, üzülüp durdu.
  • باز نفسش از مجاعت بر طپید  ** ز انتجاع و خواستن چاره ندید 
  • Derken yine açlıktan kıvranmaya başladı. Dilencilikten başka bir çaresi kalmadı.
  • گفت شب بیرون روم من نرم نرم  ** تا ز ظلمت نایدم در کدیه شرم  4250
  • Dedi ki: Geceleyin yavaş, yavaş çıkarım: karanlıktan görünmem de o suretle dilenirim.
  • هم‌چو شبکوکی کنم شب ذکر و بانگ  ** تا رسد از بامهاام نیم دانگ 
  • Gece kuşu gibi geceleri Tanrı’yı zikrederim, elbette bir kapıdan yarım dirhem bir şey elde ederim.
  • اندرین اندیشه بیرون شد بکوی  ** واندرین فکرت همی شد سو به سوی 
  • Bu düşünceyle dışarı çıkıp mahallelere düştü; bu düşünceyle taraf, taraf gezmeye başladı.
  • یک زمان مانع همی‌شد شرم و جاه  ** یک زمانی جوع می‌گفتش بخواه 
  • Bir zaman utangaçlığı, mevkii mani oluyor, bir zaman da açlık, kendisine hadi, iste diyordu.
  • پای پیش و پای پس تا ثلث شب  ** که بخواهم یا بخسپم خشک‌لب 
  • Gecenin üçte biri geçinceye kadar isteyeyim mi, yoksa dudaklarım kuru bir halde uyuyayım mı, diye bir ayağını ileri atmada bir ayağını geriye çekmedeydi.
  • رسیدن آن شخص به مصر و شب بیرون آمدن به کوی از بهر شبکوکی و گدایی و گرفتن عسس او را و مراد اوحاصل شدن از عسس بعد از خوردن زخم بسیار و عسی ان تکرهوا شیا و هو خیر لکم و قوله تعالی سیجعل الله بعد عسر یسرا و قوله علیه‌السلام اشتدی ازمة تنفرجی و جمیع القرآن و الکتب المنزلة فی تقریر هذا 
  • Adam Mısır’a vardı, geceleyin dilenmek üzere sokağa çıktı. Bekçi, adamı tuttu. Adam, bekçiden bir hayli dayak yedikten sonra muradına nail oldu. “Öyle şeyler vardır ki onları hoş görmezsiniz ama size hayırlıdır.” Ulu Tanrı, “Tanrı güçlükten sonra insana kolaylık ihsan eder” ve “Şüphe yok ki güçlükle beraber bir de kolaylık vardır” buyurmuştur. Peygamber aleyhisselam da “Ey eziyet ve zahmet, şiddetlen, açılırsın” demiştir. Bütün Kur’an ve gökten inen kitaplar, bunu anlatır.
  • ناگهانی خود عسس او را گرفت  ** مشت و چوبش زد ز صفرا تا شکفت  4255
  • Ansızın o adamı sokakta bekçi yakaladı. Dayanamadı, bir hayli yumrukladı, sopayla dövdü.
  • اتفاقا اندر آن شب‌های تار  ** دیده بد مردم ز شب‌دزدان ضرار 
  • O karanlık gecelerde halk, hırsızlardan çok zarar görmüştü.
  • بود شب‌های مخوف و منتحس  ** پس به جد می‌جست دزدان را عسس 
  • Bekçi, o korkunç ve menhus gecelerde hırsızları iyiden iyiye araştırmadaydı.
  • تا خلیفه گفت که ببرید دست  ** هر که شب گردد وگر خویش منست 
  • Halife, geceleyin kimi sokaklarda dolaşıyor görürseniz benim adamlarından, akrabalarımdan bile olsa yakalayıp elini kesin demişti.
  • بر عسس کرده ملک تهدید و بیم  ** که چرا باشید بر دزدان رحیم 
  • Padişah, bekçiyi iyice tehdit etmiş, neden demişti, hırsızlara böyle merhamet etmektesiniz?
  • عشوه‌شان را از چه رو باور کنید  ** یا چرا زیشان قبول زر کنید  4260
  • Neden onların yalanlarına kanıyorsunuz, yahut neden onlardan rüşvet alıyorsunuz?
  • رحم بر دزدان و هر منحوس‌دست  ** بر ضعیفان ضربت و بی‌رحمیست 
  • Hırsızlara ve her menhus adama acımak, zayıfları vurmak ve onlara merhamet etmektir.
  • هین ز رنج خاص مسکل ز انتقام  ** رنج او کم بین ببین تو رنج عام 
  • Kendine gel de bu sıkıntı yüzünden öc almadan vazgeçme. O sıkıntıya, o eziyete pek bakma da umumi sıkıntıyı, umumi eziyeti gör.
  • اصبع ملدوغ بر در دفع شر  ** در تعدی و هلاک تن نگر 
  • Şerri defetmek için ısırılan parmağı kes at. Bedeninin helak olacağına, zulme uğrayacağına bak.
  • اتفاقا اندر آن ایام دزد  ** گشته بود انبوه پخته و خام دزد 
  • Tesadüf bu ya; o günlerde hırsızlar pek çoğalmıştı. Pişkin, ham bir çok hırsız belirmişti.
  • در چنین وقتش بدید و سخت زد  ** چوب‌ها و زخمهای بی‌عدد  4265
  • İşte bekçi, o adamı böyle bir zamanda yakalamış sayısız kötek atmış, sopayla iyice dövmüştü.