- Ömer, o yüreği oynayan kimseyi sevindirdi, yıkılmış gönlünü yaptı.
- آن دل از جا رفته را دل شاد کرد ** خاطر ویرانش را آباد کرد
- Ondan sonra en güzel bir yoldaş olan Tanrı’nın tertemiz sıfatlarına dair ince bahislere daldı;
- بعد از آن گفتش سخنهای دقیق ** وز صفات پاک حق نعم الرفیق
- Elçiye, makam nedir? Hâl neye derler? Anlasın, bilsin diye Tanrı’nın Abdallara gönderdiği lûtuf ve ihsanları nakletti.
- وز نوازشهای حق ابدال را ** تا بداند او مقام و حال را
- Hâl güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle halvet olup vuslatına erişmektir. 1435
- حال چون جلوه ست ز آن زیبا عروس ** وین مقام آن خلوت آمد با عروس
- Gelinin cilvesini padişahta görür, başkaları da. Fakat onunla vuslat, ancak aziz padişaha mahsustur.
- جلوه بیند شاه و غیر شاه نیز ** وقت خلوت نیست جز شاه عزیز
- Gelin, havassa da cilve eder, avama da. Ama onunla halvete giren ancak padişahtır.
- جلوه کرده خاص و عامان را عروس ** خلوت اندر شاه باشد با عروس
- Sûfîler içinde hâl ehli çoktur, fakat aralarında makam sahibi nadirdir.
- هست بسیار اهل حال از صوفیان ** نادر است اهل مقام اندر میان
- Ömer, elçiye can menzillerini söyledi, ruh seferlerini anlattı.
- از منازلهای جانش یاد داد ** وز سفرهای روانش یاد داد
- Zamandan dışarı olan, zamana sığmayan bir zamandan, azamete mensup kutsiyet makamından, 1440
- وز زمانی کز زمان خالی بده ست ** وز مقام قدس که اجلالی بده ست
- Ruh simurgunun, bu âleme gelmeden önceki geniş uçuşlarından bahsetti.
- وز هوایی کاندر او سیمرغ روح ** پیش از این دیده ست پرواز و فتوح
- Ruhun, o âlemde bir uçuşu, ufukları aşıyordu; iştiyak çekenlerin ümitlerinden de ileri gidiyordu, hırslarından da!
- هر یکی پروازش از آفاق بیش ** وز امید و نهمت مشتاق بیش
- Ömer, o yabancı çehreli zatı tam dost buldu, canının Tanrı sırlarını dilediğini anladı.
- چون عمر اغیار رو را یار یافت ** جان او را طالب اسرار یافت
- Şeyh, kâmildi, talibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı.
- شیخ کامل بود و طالب مشتهی ** مرد چابک بود و مرکب درگهی
- O mürşid, onun irşad edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu, temiz yere ekti. 1445
- دید آن مرشد که او ارشاد داشت ** تخم پاک اندر زمین پاک کاشت
- Rum Kayseri elçisinin Emîrülmü’minin Ömer’den suali
- سؤال کردن رسول روم از عمر
- Elçi “ya Emirülmü’minin! Can yücelerden yere nasıl indi?
- مرد گفتش کای امیر المؤمنین ** جان ز بالا چون در آمد در زمین
- Hiçbir şeyle mukayyet olmayan can kuşu nasıl kafese girdi?” diye sordu. Ömer dedi ki: “Hak, ona afsunlar okudu, hikâyeler söyledi.
- مرغ بیاندازه چون شد در قفص ** گفت حق بر جان فسون خواند و قصص
- Tanrı; gözü kulağı olmayan yokluklara afsun okuyunca onlar, coşmaya başlarlar; varlık âlemine konarlar.
- بر عدمها کان ندارد چشم و گوش ** چون فسون خواند همیآید به جوش
- Yok olanlar, onun afsuniyle varlık diyarına takla atarak ve derhal gelirler.
- از فسون او عدمها زود زود ** خوش معلق میزند سوی وجود
- Sonra var olana yine bir afsun okuyunca onu yokluğa derhal ve iki çifte atla sürer. 1450
- باز بر موجود افسونی چو خواند ** زو دو اسبه در عدم موجود راند
- Gülün kulağına bir şey söyledi, güldürdü. Taşın kulağına bir şey söyledi, akik ve maden haline getirdi.
- گفت در گوش گل و خندانش کرد ** گفت با سنگ و عقیق کانش کرد
- Cisme bir ayet okudu, can oldu. Güneşe bir şey söyledi, parladı.
- گفت با جسم آیتی تا جان شد او ** گفت با خورشید تا رخشان شد او
- Sonra yine güneşin kulağına korkunç bir şey üfler, yüzüne yüzlerce perde iner.
- باز در گوشش دمد نکتهی مخوف ** در رخ خورشید افتد صد کسوف
- O kelâm sahibi Tanrı, bulutun kulağına bir şey okur; gözünden misk gibi yaşlar akıtır.
- تا به گوش ابر آن گویا چه خواند ** کاو چو مشک از دیدهی خود اشک راند
- Toprağın kulağına ne söyledi ki murakebeye vardı, dalgın bir halde kaldı! 1455
- تا به گوش خاک حق چه خوانده است ** کاو مراقب گشت و خامش مانده است
- Tereddüt içinde kalan, hayretlere düşen kişinin kulağına da Hak, bir muamma söylemiştir.
- در تردد هر که او آشفته است ** حق به گوش او معما گفته است