- O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belânın aslına erişince:
- چون ز رنجور آن حکیم این راز یافت ** اصل آن درد و بلا را باز یافت
- “Onun semti hangi mahallede?” diye sordu. Kız, “Köprübaşında, Gatfer mahallesinde” dedi. 170
- گفت کوی او کدام است در گذر ** او سر پل گفت و کوی غاتفر
- Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda sihirler göstereceğim;
- گفت دانستم که رنجت چیست زود ** در خلاصت سحرها خواهم نمود
- Sevin, ilişik etme, emin ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım;
- شاد باش و فارغ و ایمن که من ** آن کنم با تو که باران با چمن
- Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha şefkatliyim;
- من غم تو میخورم تو غم مخور ** بر تو من مشفقترم از صد پدر
- Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa yine sakla;
- هان و هان این راز را با کس مگو ** گر چه از تو شه کند بس جستجو
- Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hâsıl olur; dedi. 175
- چون که اسرارت نهان در دل شود ** آن مرادت زودتر حاصل شود
- Peygamber demiştir ki: “Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına erişir.”
- گفت پیغمبر که هر که سر نهفت ** زود گردد با مراد خویش جفت
- Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesi ile neticelenir.
- دانه چون اندر زمین پنهان شود ** سر آن سر سبزی بستان شود
- Altın ve gümüş gizli olmasalardı... Madende nasıl musaffa olurlar, nasıl altın ve gümüş haline gelirlerdi?
- زر و نقره گر نبودندی نهان ** پرورش کی یافتندی زیر کان
- O hekimin vaatleri ve lütufları hastayı korkudan emin etti.
- وعدهها و لطفهای آن حکیم ** کرد آن رنجور را ایمن ز بیم
- Hakiki olan vaatleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaatler ise insanı ıstıraba sokar. 180
- وعدهها باشد حقیقی دل پذیر ** وعدهها باشد مجازی تاسهگیر
- Kerem ehlinin vaatleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaatleri ise gönül azabıdır.
- وعدهی اهل کرم گنج روان ** وعدهی نااهل شد رنج روان
- O velinin, halayığın hastalığını anlaması ve padişaha arz etmesi
- دریافتن آن ولی رنج را و عرض کردن رنج او را پیش پادشاه
- Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti, padişahı bu meseleden birazcık haberdar etti.
- بعد از آن برخاست و عزم شاه کرد ** شاه را ز ان شمهای آگاه کرد
- Dedi ki: “Çare şundan ibaret: bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim.
- گفت تدبیر آن بود کان مرد را ** حاضر آریم از پی این درد را
- Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbise ile aldat.”
- مرد زرگر را بخوان ز ان شهر دور ** با زر و خلعت بده او را غرور
- Padişahın, kuyumcuyu getirmek üzere Semerkand’a elçiler yollaması
- فرستادن پادشاه رسولان به سمرقند به آوردن زرگر
- Padişah, hekimden bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti. O tarafa ehliyetli, kifayetli, âdil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi. 185
- شه فرستاد آن طرف یک دو رسول ** حاذقان و کافیان بس عدول
- O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand’a kadar geldiler.
- تا سمرقند آمدند آن دو امیر ** پیش آن زرگر ز شاهنشه بشیر
- Dediler ki: “Ey lütuf sahibi üstat, ey marifette kâmil kişi! Öğülmen şehirlere yayılmıştır.
- کای لطیف استاد کامل معرفت ** فاش اندر شهرها از تو صفت
- İşte filân padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zira (bu işte) pek büyüksün, pek kâmilsin.
- نک فلان شه از برای زرگری ** اختیارت کرد زیرا مهتری
- Şimdicek şu elbiseyi, altın ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedimlerinden olursun.”
- اینک این خلعت بگیر و زر و سیم ** چون بیایی خاص باشی و ندیم
- Adam; çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrıldı. 190
- مرد مال و خلعت بسیار دید ** غره شد از شهر و فرزندان برید
- Adam, neşeli bir halde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah canına kastetmişti.
- اندر آمد شادمان در راه مرد ** بیخبر کان شاه قصد جانش کرد
- Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı!
- اسب تازی بر نشست و شاد تاخت ** خونبهای خویش را خلعت شناخت
- Ey yüzlerce razılıkla sefere düşen ve bizzat kendi ayağı ile kötü bir kazaya giden!
- ای شده اندر سفر با صد رضا ** خود به پای خویش تا سوء القضا