- Ey hoş arkadaş! Âşık, halis ve sâf şarabı, kendisinden bulur, onunla gıdalanırsa bu makamda artık akıl kaybolur, (bu sırra akıl ermez).
- عاشق از خود چون غذا یابد رحیق ** عقل آن جا گم شود گم ای رفیق
- Aklı cüzi sırra sahip gibi görünürse de hakikatte aşkı inkâr eder.
- عقل جزوی عشق را منکر بود ** گر چه بنماید که صاحب سر بود
- Zekidir bilir; fakat yok olmamıştır. Melek bile yok olmadıkça şeytandır.
- زیرک و داناست اما نیست نیست ** تا فرشته لا نشد اهریمنی است
- Aklı cüzi sözde ve işte bizim dostumuzdur. Ama hal bahsine gelirsen orada bir hiçten, bir yoktan ibarettir.
- او به قول و فعل یار ما بود ** چون به حکم حال آیی لا بود
- Varlıktan fâni olmadığı için o, hiçtir, yoktur. Kendi dileğiyle yok olmayınca nihayet zorla, istemediği halde yok olacaktır. Bu da ona yeter. 1985
- لا بود چون او نشد از هست نیست ** چون که طوعا لا نشد کرها بسی است
- Can, kemaldir, çağırması sesi de kemaldir. Onun için Mustafa “Ey Bilâl bizi dinlendir ferahlandır;
- جان کمال است و ندای او کمال ** مصطفی گویان ارحنا یا بلال
- Ey Bilâl! Gönlüne nefhettiğim o nefhadan, o feyizden dalga dalga coşan sesini yücelt.
- ای بلال افراز بانگ سلسلت ** ز آن دمی کاندر دمیدم در دلت
- Âdem’i bile kendinden geçiren, gök ehlinin bile akıllarını hayrete düşüren o nefhayla sesini yükselt!” buyurdu.
- ز آن دمی کادم از آن مدهوش گشت ** هوش اهل آسمان بیهوش گشت
- Mustafa o güzel sesle kendinden geçti. Ta’rîs gecesinde namazı kaçtı.
- مصطفی بیخویش شد ز آن خوب صوت ** شد نمازش از شب تعریس فوت
- O mübarek uykudan başkaldırmadı; sabah namazının vakti geçip kuşluk çağı geldi. 1990
- سر از آن خواب مبارک بر نداشت ** تا نماز صبحدم آمد به چاشت
- Ta’rîs gecesi, o gelinin huzurunda tertemiz canları, el öpme devletine erişti.
- در شب تعریس پیش آن عروس ** یافت جان پاک ایشان دستبوس
- Aşk ve can... her ikisi de gizli ve örtülüdür. Tanrıya gelin dediğim için beni ayıplama.
- عشق و جان هر دو نهانند و ستیر ** گر عروسش خواندهام عیبی مگیر
- Sevgili, benim sözüme darılsaydı susardım; bana bir lâhzacık mühlet verseydi sükût ederdim.
- از ملولی یار خامش کردمی ** گر همو مهلت بدادی یک دمی
- Fakat “Söyle, bu söz ayıp olmaz. Senin sözün, gayb âlemindeki kaza ve kaderin zuhurundan başka bir şey değildir” demekte.
- لیک میگوید بگو هین عیب نیست ** جز تقاضای قضای غیب نیست
- Ayıptan başka bir şey görmeyene ayıptır. Fakat gayb âleminin pâk ruhu, hiç ayıp görür mü? 1995
- عیب باشد کاو نبیند جز که عیب ** عیب کی بیند روان پاک غیب
- Ayıp cahil mahlûka nispetle ayıptır; makbul Tanrıya nispetle değil.
- عیب شد نسبت به مخلوق جهول ** نی به نسبت با خداوند قبول
- Küfür bile yaratana nispetle bir hikmettir. Fakat bize nispet edecek olursan bir âfet, bir felâkettir.
- کفر هم نسبت به خالق حکمت است ** چون به ما نسبت کنی کفر آفت است
- Birisinde yüzlerce faziletle beraber bir de ayıp bulunsa o ayıp nebatatın sapı mesabesindedir.
- ور یکی عیبی بود با صد حیات ** بر مثال چوب باشد در نبات
- Terazide her ikisini de birlikte tartarlar. Çünkü nebatat ve sap… İkisi de bedenle can gibi bağdaşmıştır.
- در ترازو هر دو را یکسان کشند ** ز آن که آن هر دو چو جسم و جان خوشند
- Şu halde büyükler, bu sözü boş yere söylemediler: Temiz kişilerin cisimleri de, can gibi saftır. 2000
- پس بزرگان این نگفتند از گزاف ** جسم پاکان عین جان افتاد صاف
- Onların sözleri de nişanı olmayan ve bir kayda gelmeyen can olmuştur, nefisleri de, suretleri de.
- گفتشان و نفسشان و نقششان ** جمله جان مطلق آمد بینشان
- Onlara düşman olanların canları ise sırf cisimdir. O düşman, tavla oyununda kırılmış zar gibi faydasızdır, ancak bir addan ibarettir.
- جان دشمن دارشان جسم است صرف ** چون زیاد از نرد او اسم است صرف
- Düşman toprağa girdi, tamamı ile toprak oldu. Bu ise tuzlaya düşüp tamamı ile arındı.
- آن به خاک اندر شد و کل خاک شد ** وین نمک اندر شد و کل پاک شد
- O tuz, öyle bir tuzdur ki Muhammed, ondan meslâhat kazanmış, o yüzden melih sözü fasih olmuştur.
- آن نمک کز وی محمد املح است ** ز آن حدیث با نمک او افصح است
- Bu tuz, bu melâhat, ondan miras kalmıştır; vârisleri de seninledir, ara bul! 2005
- این نمک باقی است از میراث او ** با تواند آن وارثان او بجو