- Üçüncü günü yüzleriniz tamamı ile kararır, ondan sonra da Tanrı’nın kahrı gelir, çatar.
- در سوم گردد همه روها سیاه ** بعد از آن اندر رسد قهر اله
- Eğer bu tehdide benden delil isterseniz devenin yavrusunu daha doğru kovalayın!
- گر نشان خواهید از من زین وعید ** کرهی ناقه به سوی که دوید
- Eğer tutabilirseniz derdinize çare bulunur. Tutamazsanız ümit kuşu uzaktan kaçtı, gitti!” dedi.
- گر توانیدش گرفتن چاره هست ** ور نه خود مرغ امید از دام جست
- Kimse yavruya erişmedi; dağlar arasına dalıp kayboldu. 2530
- کس نتانست اندر آن کره رسید ** رفت در کهسارها شد ناپدید
- Salih dedi ki: “Gördünüz mü Tanrı’nın bu kazası nasıl geldi? Artık ümidin boynunu vurdu.”
- گفت دیدید آن قضا مبرم شده ست ** صورت اومید را گردن زده ست
- Devenin yavrusu nedir? Salih? Peygamberin gönlü. Onun hatırını ele alın, onun isteğini yerine getirin.
- کرهی ناقه چه باشد خاطرش ** که بجا آرید ز احسان و برش
- Onun gönlünü alırsanız azaptan kurtuldunuz; yoksa, pişman olduğunuzun, ümitsizliğe düştüğünüzün günüdür.
- گر بجا آید دلش رستید از آن ** ور نه نومیدید و ساعد را گزان
- Salih’ten bu bulanık vâdi duydukları gibi azaba göz dikip beklemeye başladılar.
- چون شنیدند این وعید منکدر ** چشم بنهادند و آن را منتظر
- Birinci gün yüzlerinin sarardığını gördüler.Ümitsizlikle soğuk soğuk ah etmeye başladılar. 2535
- روز اول روی خود دیدند زرد ** میزدند از ناامیدی آه سرد
- İkinci günü hepsinin yüzü kızardı. Artık ümit ve tövbe nöbeti kayboldu.
- سرخ شد روی همه روز دوم ** نوبت اومید و توبه گشت گم
- Üçüncü gün hepsinin yüzü kapkara kesildi. Salih Peygamberin hükmü: cenksiz, cidalsiz doğru çıktı.
- شد سیه روز سوم روی همه ** حکم صالح راست شد بیملحمه
- Hepsi de ümitsiz bir hale gelince kuşlar gibi ayaklarını altlarına alıp iki dizlerinin üstlerine çöktüler.
- چون همه در ناامیدی سر زدند ** همچو مرغان در دو زانو آمدند
- Cibril-i Emin, bu diz çökmeyi Peygambere “Câsimîn” âyetini getirerek Kur’an’da anlattı.
- در نبی آورد جبریل امین ** شرح این زانو زدن را جاثمین
- Sana diz çökmeyi öğrettikleri ve seni bu çeşit diz çökmeden korkuttukları vakit, yani belâ gelmeden diz çök! 2540
- زانو آن دم زن که تعلیمت کنند ** وز چنین زانو زدن بیمت کنند
- Salih’in kavmi, Tanrı kahrının zahmını beklediler: o kahır ve azap da gelip o şehri yok etti.
- منتظر گشتند زخم قهر را ** قهر آمد نیست کرد آن شهر را
- Salih, halvetten çıkıp şehre doğru gitti; gördü ki şehir duman ve ateş içinde.
- صالح از خکوت بسوی شهر رفت ** شهر دید اندر میان دود و نفت
- Onların hâk ile yeksân olmuş cüzülerinden bile feryat ve figanlarını duyuyordu; feryat duyulmaktaydı ama ortada feryat eden yok!
- ناله از اجزای ایشان میشنید ** نوحه پیدا نوحه گویان ناپدید
- Kemiklerinden iniltiler, sızıntılar duydu; canları çiğ taneleri gibi yaş döküyor, ağlıyordu.
- ز استخوانهاشان شنید او نالهها ** اشک ریز از جانشان چون ژالهها
- Salih bunu duyup ağlamaya başladı: feryat edenlere feryat etmeye koyuldu: 2545
- صالح آن بشنید و گریه ساز کرد ** نوحه بر نوحه گران آغاز کرد
- ”Ey bâtıl yolda yaşayan kavim! Ben sizin çevrinizden Tanrı’ya şikâyet etmiş ağlamıştım.
- گفت ای قومی به باطل زیسته ** وز شما من پیش حق بگریسته
- Tanrı, bana “Onların eziyetlerine sabret; onlara nasihat ver. Zaten devirlerinden çok bir zaman kalmadı” demişti.
- حق بگفته صبر کن بر جورشان ** پندشان ده بس نماند از دورشان
- Ben, “ Cefaları eziyetleri yüzünden onlara nasihat edemiyorum. Nasihat sütü sevgiden, sâflıktan coşup akar” demiştim.
- من بگفته پند شد بند از جفا ** شیر پند از مهر جوشد وز صفا
- Bana o kadar eziyetler ettiniz ki nasihat sütü damarlarımda dondu.
- بس که کردید از جفا بر جای من ** شیر پند افسرد در رگهای من
- Tanrı, bana “Ben sana lûtuf ve inayet eder, o yaralara merhem koyarım” buyurdu. 2550
- حق مرا گفته ترا لطفی دهم ** بر سر آن زخمها مرهم نهم
- Hak, gönlümü gök gibi sâf bir hale getirdi. Gönlümden, sizin cefalarınızı sildi, süpürdü.
- صاف کرده حق دلم را چون سما ** روفته از خاطرم جور شما