- İkinci günü hepsinin yüzü kızardı. Artık ümit ve tövbe nöbeti kayboldu.
- سرخ شد روی همه روز دوم ** نوبت اومید و توبه گشت گم
- Üçüncü gün hepsinin yüzü kapkara kesildi. Salih Peygamberin hükmü: cenksiz, cidalsiz doğru çıktı.
- شد سیه روز سوم روی همه ** حکم صالح راست شد بیملحمه
- Hepsi de ümitsiz bir hale gelince kuşlar gibi ayaklarını altlarına alıp iki dizlerinin üstlerine çöktüler.
- چون همه در ناامیدی سر زدند ** همچو مرغان در دو زانو آمدند
- Cibril-i Emin, bu diz çökmeyi Peygambere “Câsimîn” âyetini getirerek Kur’an’da anlattı.
- در نبی آورد جبریل امین ** شرح این زانو زدن را جاثمین
- Sana diz çökmeyi öğrettikleri ve seni bu çeşit diz çökmeden korkuttukları vakit, yani belâ gelmeden diz çök! 2540
- زانو آن دم زن که تعلیمت کنند ** وز چنین زانو زدن بیمت کنند
- Salih’in kavmi, Tanrı kahrının zahmını beklediler: o kahır ve azap da gelip o şehri yok etti.
- منتظر گشتند زخم قهر را ** قهر آمد نیست کرد آن شهر را
- Salih, halvetten çıkıp şehre doğru gitti; gördü ki şehir duman ve ateş içinde.
- صالح از خکوت بسوی شهر رفت ** شهر دید اندر میان دود و نفت
- Onların hâk ile yeksân olmuş cüzülerinden bile feryat ve figanlarını duyuyordu; feryat duyulmaktaydı ama ortada feryat eden yok!
- ناله از اجزای ایشان میشنید ** نوحه پیدا نوحه گویان ناپدید
- Kemiklerinden iniltiler, sızıntılar duydu; canları çiğ taneleri gibi yaş döküyor, ağlıyordu.
- ز استخوانهاشان شنید او نالهها ** اشک ریز از جانشان چون ژالهها
- Salih bunu duyup ağlamaya başladı: feryat edenlere feryat etmeye koyuldu: 2545
- صالح آن بشنید و گریه ساز کرد ** نوحه بر نوحه گران آغاز کرد
- ”Ey bâtıl yolda yaşayan kavim! Ben sizin çevrinizden Tanrı’ya şikâyet etmiş ağlamıştım.
- گفت ای قومی به باطل زیسته ** وز شما من پیش حق بگریسته
- Tanrı, bana “Onların eziyetlerine sabret; onlara nasihat ver. Zaten devirlerinden çok bir zaman kalmadı” demişti.
- حق بگفته صبر کن بر جورشان ** پندشان ده بس نماند از دورشان
- Ben, “ Cefaları eziyetleri yüzünden onlara nasihat edemiyorum. Nasihat sütü sevgiden, sâflıktan coşup akar” demiştim.
- من بگفته پند شد بند از جفا ** شیر پند از مهر جوشد وز صفا
- Bana o kadar eziyetler ettiniz ki nasihat sütü damarlarımda dondu.
- بس که کردید از جفا بر جای من ** شیر پند افسرد در رگهای من
- Tanrı, bana “Ben sana lûtuf ve inayet eder, o yaralara merhem koyarım” buyurdu. 2550
- حق مرا گفته ترا لطفی دهم ** بر سر آن زخمها مرهم نهم
- Hak, gönlümü gök gibi sâf bir hale getirdi. Gönlümden, sizin cefalarınızı sildi, süpürdü.
- صاف کرده حق دلم را چون سما ** روفته از خاطرم جور شما
- Yine size nasihatler vermeye, şeker gibi temsiller getirmeye , sözler söylemeye başladım.
- در نصیحت من شده بار دگر ** گفته امثال و سخنها چون شکر
- Şekerden taze süt çıkarıp balla şekeri sözlerime katmaya, size tatlı tatlı öğütler vermeye koyuldum.
- شیر تازه از شکر انگیخته ** شیر و شهدی با سخن آمیخته
- O sözler, size zehir gibi tesir etti. Çünkü siz baştan aşağı zehir membaı, zehir madeniydiniz, zehirden ibarettiniz.
- در شما چون زهر گشته آن سخن ** ز آن که زهرستان بدید از بیخ و بن
- Nasıl gamlanayım ki gam baş aşağı yuvarlanıp gitti. Ey inatçı kavim! Gam sizdiniz. 2555
- چون شوم غمگین که غم شد سر نگون ** غم شما بودید ای قوم حرون
- Gamın ölümüne ağlayıp feryat eden olur mu? Baştaki yara iyileşince bu yüzden saçını sakalını yolan bulunur mu?”
- هیچ کس بر مرگ غم نوحه کند ** ریش سر چون شد کسی مو بر کند
- Salih, yüzünü kendine çevirip dedi ki: “Ey feryat eden, onlar feryat etmeye değmez!”
- رو به خود کرد و بگفت ای نوحهگر ** نوحهات را مینیرزد آن نفر
- Ey Kur’an’ı doğru okuyan! Eğri okuma. Zâlim kavmin ardından nasıl yas tutayım?
- کژ مخوان ای راست خوانندهی مبین ** کیف آسی قل لقوم ظالمین
- Fakat yine gözünden, gönlünden yaşlar akmaya başladı. Onda sebepsiz bir merhamet hâsıl oldu.
- باز اندر چشم و دل او گریه یافت ** رحمتی بیعلتی در وی بتافت
- Gözyaşı damarları (yağmur gibi) yağmaktaydı, kendisi de şaşırmıştı. Bu katralar, cömertlik ve kerem denizinin sebepsiz akan katralarıydı. 2560
- قطره میبارید و حیران گشته بود ** قطرهی بیعلت از دریای جود