- Bir nahiv âlimi, gemiye binmişti. O kendini beğenmiş âlim, yüzünü gemiciye dönüp, 2835
- آن یکی نحوی به کشتی درنشست ** رو به کشتیبان نهاد آن خود پرست
- “Sen hiç nahiv okudun mu?” demişti. Gemici “hayır” deyince demişti ki : “Yarı ömrün hiçe gitti.”
- گفت هیچ از نحو خواندی گفت لا ** گفت نیم عمر تو شد در فنا
- Gemici bu söze kızdı, gönlü kırıldı. Fakat susup derhal cevap vermedi.
- دل شکسته گشت کشتیبان ز تاب ** لیک آن دم کرد خامش از جواب
- Derken rüzgâr gemiyi bir girdaba düşürdü. Gemici, o nahiv âlimine bağırdı:
- باد کشتی را به گردابی فگند ** گفت کشتیبان به آن نحوی بلند
- “ Yüzmeyi bilir misin, söyle!” Nahivci “Bilmem bende yüzgeçlik arama”
- هیچ دانی آشنا کردن بگو ** گفت نی ای خوش جواب خوب رو
- Deyince “Nahiv âlimi, bütün ömrün hiçe gitti. Çünkü gemi bu girdapta batacak. 2840
- گفت کل عمرت ای نحوی فناست ** ز آن که کشتی غرق این گردابهاست
- İyi bil burada mahiv bilgisi lâzım, nahiv bilgisi değil. Eğer mahiv bilgisini biliyorsan tehlikesizce denize dal!
- محو میباید نه نحو اینجا بدان ** گر تو محوی بیخطر در آب ران
- Deniz suyu, ölüyü başında taşır. Fakat denize düşen adam diri olursa nerede kurtulacak?
- آب دریا مرده را بر سر نهد ** ور بود زنده ز دریا کی رهد
- Sen de eğer beşeriyet vasıflarından öldünse hakikat sırları denizi, seni başının üstüne kor.
- چون بمردی تو ز اوصاف بشر ** بحر اسرارت نهد بر فرق سر
- Ey âlim, sen halka eşek diyorsun ama şimdi sen, eşek gibi buz üstünde kalakaldın.
- ای که خلقان را تو خر میخواندهای ** این زمان چون خر بر این یخ ماندهای
- İstersen dünyada zamanın allâmesi ol, hele şimdicik dünyanın yokluğunu da gör, zamanın yokluğunu da!” dedi. 2845
- گر تو علامهی زمانی در جهان ** نک فنای این جهان بین وین زمان
- Nahivciyi, size yok olma nahvini öğretmek için hikâye arasında hikâye ettik.
- مرد نحوی را از آن در دوختیم ** تا شما را نحو محو آموختیم
- Fıkhı bilmeyi de yok olmada bulursun, nahvi tahsil etmeyi de, sarftaki değişiklikleri de, ey yüce sevgilim!
- فقه فقه و نحو نحو و صرف صرف ** در کم آمد یابی ای یار شگرف
- O su testisi bizim bilgilerimizdi; halife de Tanrı bilgisinin Diclesi.
- آن سبوی آب دانشهای ماست ** و آن خلیفه دجلهی علم خداست
- Biz dolu testileri Dicle’ye götürüyoruz. Böyle olduğu halde eşek olduğumuzu bilmezsek hakikaten eşeğiz!
- ما سبوها پر به دجله میبریم ** گر نه خر دانیم خود را ما خریم
- O Arap, bari o hususta ma’zurdu. Çünkü Dicle’yi bilmiyordu, çok uzaktaydı. 2850
- باری اعرابی بدان معذور بود ** کو ز دجله بیخبر بود و ز رود
- Bizim gibi Dicle’den haberi olsaydı o testiyi alıp konaktan konağa kona göçe götürmezdi.
- گر ز دجله با خبر بودی چو ما ** او نبردی آن سبو را جا به جا
- Hattâ Dicle’yi bilseydi o testiyi kırar, bu işten tamamı ile vazgeçerdi.
- بلکه از دجله چو واقف آمدی ** آن سبو را بر سر سنگی زدی
- Halifenin suya hiçbir ihtiyacı yokken o armağanı kabul edip testiyi altınla doldurması, Arabın sevinmesi
- قبول کردن خلیفه هدیه را و عطا فرمودن با کمال بینیازی از آن هدیه و از آن سبو
- Halife, bunu görüp bedevinin ahvalini duyunca o testiyi altınla doldurdu, daha fazla da ihsanda bulunup.
- چون خلیفه دید و احوالش شنید ** آن سبو را پر ز زر کرد و مزید
- Hediyeler, hususi hil’atler verdi, bedeviyi yoksulluktan kurtardı.
- آن عرب را کرد از فاقه خلاص ** داد بخششها و خلعتهای خاص
- “Bu altın dolu testiyi ona ver. Dönerken de onu Dicle yoluyla götür. 2855
- کاین سبو پر زر به دست او دهید ** چون که واگردد سوی دجلهش برید
- Çöl yolundan buraya gelmiş. Halbuki Dicle yolu, yurduna daha yakındır” dedi.
- از ره خشک آمده ست و از سفر ** از ره آبش بود نزدیکتر
- Bedevi, gemiye binip Dicle’yi görünce utancından iki büklüm olmaya, yere kapanmaya başladı.
- چون به کشتی درنشست و دجله دید ** سجده میکرد از حیا و میخمید
- “Bu ihsan sahibi cömert padişahın lûtfuna şaştım. Daha ziyade şaşılacak şey de şu ki, o suyu aldı.
- کای عجب لطف این شه وهاب را ** وین عجبتر کو ستد آن آب را
- O cömertlik denizi öyle hor ve kalp armağanı nasıl oldu da kabul etti?” diyordu.
- چون پذیرفت از من آن دریای جود ** آن چنان نقد دغل را زود زود