English    Türkçe    فارسی   

1
3218-3242

  • İmtihan kasdıyla onu bir karıştırsan hemen su bulanır, pislik rengini alır.
  • چون بشوراند ترا در امتحان ** آب سرگین رنگ گردد در زمان‌‌
  • Ey yiğit! Irmak sana sâf ve berrak görünüyor ama senin ırmağının dibinde de pislik var.
  • در تگ جو هست سرگین ای فتی ** گر چه جو صافی نماید مر ترا
  • Yol bilen anlayışlı pîr, Nefs-i küll bağlarına ark kazıcıdır. 3220
  • هست پیر راه دان پر فطن ** باغهای نفس کل را جوی کن‌‌
  • Irmak, kendisini nereden temizleyecek? İnsanın bilgisi, Tanrı bilgisiyle fayda verir.
  • جوی خود را کی تواند پاک کرد ** نافع از علم خدا شد علم مرد
  • Kılıç sapını kesebilir mi? Yürü, bu yarayı bir cerraha göster.
  • کی تراشد تیغ دسته‌‌ی خویش را ** رو به جراحی سپار این ریش را
  • Kimse, yarasının kötülüğünü görmesin diye her yaranın üstüne sinek üşer.
  • بر سر هر ریش جمع آمد مگس ** تا نبیند قبح ریش خویش کس‌‌
  • O sinekler; senin düşüncelerin, mallarındır; yaran da ahvalindeki zulmet!
  • آن مگس اندیشه‌‌ها و آن مال تو ** ریش تو آن ظلمت احوال تو
  • Eğer o yaraya pîr merhem korsa o zaman derdin iyileşir, feryat ve figanın kesilir. 3225
  • ور نهد مرهم بر آن ریش تو پیر ** آن زمان ساکن شود درد و نفیر
  • Yara sahibi, merhem konunca sıhhat buldum sanır. Halbuki hakikatte oraya merhemin ışığı vurmuştur.
  • تا که پندارد که صحت یافته ست ** پرتو مرهم بر آن جا تافته ست‌‌
  • Kendine gel, ey sırtı yaralı, merhemden baş çekme; iyileşince de kendi kendime iyileştim deme, sıhhati merhemden bil!
  • هین ز مرهم سر مکش ای پشت ریش ** و آن ز پرتو دان مدان از اصل خویش‌‌
  • Vahiy kâtibine vahyin ışığı urunca âyeti Peygamber Aleyhisselâm’dan önce okuması ve “Bana da vahiy geliyor” diyerek dininden dönmesi
  • مرتد شدن کاتب وحی به سبب آن که پرتو وحی بر او زد آن آیت را پیش از پیغامبر صلی الله علیه و اله بخواند گفت پس من هم محل وحیم‌‌
  • Osman’dan önce bir kâtip vardı. Vahyi yazmağa gayret ederdi.
  • پیش از عثمان یکی نساخ بود ** کاو به نسخ وحی جدی می‌‌نمود
  • Peygamber, kendisine vahyedilen âyetleri söyledi mi o, hemen kâğıda yazardı.
  • چون نبی از وحی فرمودی سبق ** او همان را وانبشتی بر ورق‌‌
  • Vahyin ışığı, kâtibe vurunca, gönlüne bazı hikmetler doğardı. 3230
  • پرتو آن وحی بر وی تافتی ** او درون خویش حکمت یافتی‌‌
  • Peygamber de onun içine doğanları aynen söylerdi. O herzevekil, bu kadarcık bir şeyden azdı. Yoldan çıkıp.
  • عین آن حکمت بفرمودی رسول ** زین قدر گمراه شد آن بو الفضول‌‌
  • ”Tanrıdan nur alan Peygamber, ne söylüyorsa o söylediği şey, benim gönlümde, o hakikat benim de gönlüme doğmakta” dedi.
  • کانچه می‌‌گوید رسول مستنیر ** مر مرا هست آن حقیقت در ضمیر
  • Düşüncesinin ışığı, Peygambere vurdu, kâtibin canına Tanrı’nın kahrı gelip çattı.
  • پرتو اندیشه‌‌اش زد بر رسول ** قهر حق آورد بر جانش نزول‌‌
  • Hem kâtiplikten çıktı, hem dinden. Kinlenip Mustafa’ya ve dine düşman oldu.
  • هم ز نساخی بر آمد هم ز دین ** شد عدوی مصطفی و دین به کین‌‌
  • Mustafa “ Ey inatçı kâfir! Nur, sendense niçin şimdi kapkara kesildin? 3235
  • مصطفی فرمود کای گبر عنود ** چون سیه گشتی اگر نور از تو بود
  • Eğer Tanrı ırmağının kaynağı olsaydın böyle bir kara suyun bendini açmaz, akıtmazdın” dedi.
  • گر تو ینبوع الهی بودیی ** این چنین آب سیه نگشودیی‌‌
  • Şunun, bunun yanında namusum bir paralık olmasın düşüncesi, ağzını bağladı.
  • تا که ناموسش به پیش این و آن ** نشکند بر بست این او را دهان‌‌
  • Bu yüzden içten yanıp yakılıyordu. Fakat şaşılacak şey şurası ki tövbe de edemiyordu.
  • اندرون می‌‌سوختش هم زین سبب ** توبه کردن می‌‌نیارست این عجب‌‌
  • Ah ediyordu, fakat ah etmesi faydasız. Kılıç gelmiş, kelleyi uçurmuştu.
  • آه می‌‌کرد و نبودش آه سود ** چون در آمد تیغ و سر را در ربود
  • Tanrı, namusu, ar ve hayayı yüz batman ağırlığında bir demir yapmıştır. Nice kişiler, görünmez bağlarla bağlanıp kalmıştır! 3240
  • کرده حق ناموس را صد من حدید ** ای بسا بسته به بند ناپدید
  • Kibir ve kâfirlik, o yolu, o kadar bağlamıştır ki kibir ve küfür sahibi, açıkça ah edemez bile!
  • کبر و کفر آن سان ببست آن راه را ** که نیارد کرد ظاهر آه را
  • Tanrı “Onların boyunlarına zincirler vurduk, başlarını yukarı kaldırmışlardır, indiremezler “ dedi. Bu zincirler, bizden dışarıda değil.
  • گفت اغلالا فهم به مقمحون ** نیست آن اغلال بر ما از برون‌‌