English    Türkçe    فارسی   

1
3374-3398

  • Hasta “ Hadi be, defol, Azrail geliyor!” diye cevap verdi. Sağır “ Ayağı pek kutludur, sevin, neşelen!”dedi.
  • گفت عزراییل می‌‌آید برو ** گفت پایش بس مبارک شاد شو
  • Sağır; şükür, böyle bir zamanda hal hatır sorup komşuluk hakkını gözettim diye sevinerek dışarı çıktı. 3375
  • کر برون آمد بگفت او شادمان ** شکر کش کردم مراعات این زمان‌‌
  • Hasta ise “Bu, bizim canımıza düşmanmış, onun cefa madeni olduğunu bilmiyormuşuz” diyordu.
  • گفت رنجور این عدوی جان ماست ** ما ندانستیم کاو کان جفاست‌‌
  • Hatırına yüz türlü kötü şeyler geliyor, ona türlü ,türlü haber göndermeyi kuruyordu.
  • خاطر رنجور جویان صد سقط ** تا که پیغامش کند از هر نمط
  • Kötü bir yemek yiyenin o yemeği kusuncaya kadar gönlü bulanır.
  • چون کسی کاو خورده باشد آش بد ** می‌‌بشوراند دلش تا قی کند
  • İşte hiddeti yenmek budur; onu kusma ki karşılık tatlı sözler duyasın.
  • کظم غیظ این است آن را قی مکن ** تا بیابی در جزا شیرین سخن‌‌
  • Sabrı olmadığı için hasta kıvranmakta, “ nerede bu kötü sözlü köpek ki. 3380
  • چون نبودش صبر می‌‌پیچید او ** کاین سگ زن روسپی حیز کو
  • Söylediklerinin hepsine karşılık vereyim. O zaman tamamı ile hastaydım, aslan gibi olan aklım uyumuştu, hatırıma bir şey gelmedi.
  • تا بریزم بر وی آن چه گفته بود ** کان زمان شیر ضمیرم خفته بود
  • Hal hatır sorma, gönül almak ve teselli etmek içindir. Halbuki bu, hatır sorma değil, düşmanlık!
  • چون عیادت بهر دل آرامی است ** این عیادت نیست دشمن کامی است‌‌
  • Düşmanını zayıf ve bitkin bir halde görüp memnun olmak istemiş” diyordu.
  • تا ببیند دشمن خود را نزار ** تا بگیرد خاطر زشتش قرار
  • Nice ibadetten vazgeçmiş, kulluktan çıkmış kişilerin gönüllerinde Tanrı’nın rızasını almak, sevaba nail olmak vardır, bunu umarlar.
  • بس کسان کایشان ز طاعت گمره‌‌اند ** دل به رضوان و ثواب آن دهند
  • Halbuki bu, esasen gizli bir günahtır. Nice bulanık şeyler vardır ki sen, onları sâf ve berrak sanırsın. 3385
  • خود حقیقت معصیت باشد خفی ** بس کدر کان را تو پنداری صفی‌‌
  • O sağır gibi...Sağır, iyilik yaptım sanmıştı, halbuki aksi zuhur etti.
  • همچو آن کر که همی‌‌پنداشته ست ** کو نکویی کرد و آن بر عکس جست‌‌
  • O, bir hastaya iyilikte bulundum hatırını ele aldım, komşuluk hakkını ele getirdim diye rahatça oturmuştu.
  • او نشسته خوش که خدمت کرده‌‌ام ** حق همسایه به جا آورده‌‌ام‌‌
  • Halbuki hastanın gönlünde bir ateş alevlenmiş, kendisini de yakmıştı.
  • بهر خود او آتشی افروخته ست ** در دل رنجور و خود را سوخته ست‌‌
  • Yaktığınız ateşlerden korkun. Siz, onu günahlarınızla çoğalttınız, günahınız yüzünden alevdesiniz.
  • فاتقوا النار التی أوقدتم ** إنکم فی المعصیة ازددتم‌‌
  • Peygamber bir riyakâra namaz kıldığı halde “ Ey yiğit kalk, namaz kıl, çünkü senin kıldığın namaz değil” dedi. 3390
  • گفت پیغمبر به یک صاحب ریا ** صل إنک لم تصل یا فتی‌‌
  • Bu korkular yüzünden her namazda “ ihdinassırâtal müstakîme- sen bizi doğru yola hidayet et” denir.
  • از برای چاره‌‌ی این خوفها ** آمد اندر هر نمازی اهدنا
  • Yani “ Ey Tanrı! Bu namazımı yolunu azıtmışların, riyakârların namazıyla karıştırma.”
  • کاین نمازم را میامیز ای خدا ** با نماز ضالین و اهل ریا
  • O sağır adamın seçtiği kıyas yüzünden on yıllık konuşma hiç olup gitti.
  • از قیاسی که بکرد آن کر گزین ** صحبت ده ساله باطل شد بدین‌‌
  • Ulu kişi, hele bu kıyas, tavsif edilemeyecek vahiyde aşağılık duygusunun kıyası olursa...
  • خاصه ای خواجه قیاس حس دون ** اندر آن وحیی که هست از حد فزون‌‌
  • Senin duygu kulağın harfleri anlayabilirse de bil ki gaybı duyan kulağın sağırdır. 3395
  • گوش حس تو به حرف ار در خور است ** دان که گوش غیب گیر تو کر است‌‌
  • Nas karşısında ilk olarak kıyası ileri süren İblis’ti
  • اول کسی که در مقابله‌‌ی نص قیاس آورد ابلیس بود
  • Tanrı nurlarına karşı bu kıyasçıkları ileri süren ilk kişi, İblisti.
  • اول آن کس کاین قیاسکها نمود ** پیش انوار خدا ابلیس بود
  • Dedi ki: “ Şüphe yok, ateş topraktan daha iyidir. Ben ateşten yaratıldım Âdem kapkara topraktan.
  • گفت نار از خاک بی‌‌شک بهتر است ** من ز نار و او ز خاک اکدر است‌‌
  • Şu halde fer’i, asla nispetle mukayese edelim: O zulmettendir, biz aydın nurdan.”
  • پس قیاس فرع بر اصلش کنیم ** او ز ظلمت ما ز نور روشنیم‌‌