- Çinliler, padişahtan yüz türlü boya istediler. Yüce padişah bunun üzerine hazinesini açtı.
- چینیان صد رنگ از شه خواستند ** پس خزینه باز کرد آن ارجمند
- Çinlilere her sabah hazineden boyalar verilmekteydi.
- هر صباحی از خزینه رنگها ** چینیان را راتبه بود از عطا
- Rum ressamları “ Pas gidermekten başka ne resim işe yarar, ne boya!” dediler.
- رومیان گفتند نی نقش و نه رنگ ** در خور آید کار را جز دفع زنگ
- Kapıyı kapatıp duvarı cilâlamaya başladılar. Gök gibi tertemiz, sâf ve berrak bir hale getirdiler. 3475
- در فرو بستند و صیقل میزدند ** همچو گردون ساده و صافی شدند
- İki yüz çeşit renge boyanmaktansa renksizlik daha iyi. Renk bulut gibidir. Renksizlikse ay.
- از دو صد رنگی به بیرنگی رهی است ** رنگ چون ابر است و بیرنگی مهی است
- Bulutta parlaklık ve ziya görürsen bil ki yıldızdan aydan ve güneştendir.
- هر چه اندر ابر ضو بینی و تاب ** آن ز اختر دان و ماه و آفتاب
- Çinli ressamlar işlerini bitirdiler. Hepsi de yaptıkları resimlerin güzelliğine sevinmekteydiler.
- چینیان چون از عمل فارغ شدند ** از پی شادی دهلها میزدند
- Padişah kapıdan içeri girip odadaki resimleri gördü. Hepsi akıldan, idrakten dışarı, fevkalâde güzel şeylerdi.
- شه در آمد دید آن جا نقشها ** میربود آن عقل را و فهم را
- Ondan sonra Rum ressamlarının odasına gitti. Bir Rum ressamı, karşı odayı görmeye mâni olan perdeyi kaldırdı. 3480
- بعد از آن آمد به سوی رومیان ** پرده را بالا کشیدند از میان
- Öbür odada Çin ressamlarının yapmış oldukları resimlerle nakışlar, bu odanın cilâlanmış duvarına vurdu.
- عکس آن تصویر و آن کردارها ** زد بر این صافی شده دیوارها
- Orada ne varsa burada daha iyi göründü; resimlerin aksi, âdeta göz alıyordu.
- هر چه آن جا دید اینجا به نمود ** دیده را از دیده خانه میربود
- Oğul Rum ressamları sofilerdir. Onların; ezberlenecek dersleri kitapları yoktur.
- رومیان آن صوفیانند ای پدر ** بیز تکرار و کتاب و بیهنر
- Ama gönüllerini adamakıllı cilâlamışlar, istekten, hırstan, hasislikten ve kinlerden arınmışlardır.
- لیک صیقل کردهاند آن سینهها ** پاک از آز و حرص و بخل و کینهها
- O aynanın sâflığı, berraklığı gönlün vasfıdır. Gönle hadsiz hesapsız suretler aksedebilir. 3485
- آن صفای آینه وصف دل است ** کاو نقوش بیعدد را قابل است
- Gaybın suretsiz ve hudutsuz sureti, Musa’nın gönül aynası da parlamış, koynuna sokup çıkardığı elde görünmüştür.
- صورت بیصورت بیحد غیب ** ز آینهی دل تافت بر موسی ز جیب
- O suret göğe, arşa, ferşe, denizlere, ta en yüce gökten, denizin dibindeki balığa kadar hiçbir şeye sığmaz.
- گر چه آن صورت نگنجد در فلک ** نه به عرش و فرش و دریا و سمک
- Çünkü bütün bunların hududu, sayısı vardır. Halbuki gönül aynasının hududu yoktur.
- ز آن که محدود است و معدود است آن ** آینهی دل را نباشد حد بدان
- Burada akıl, ya susar, yahut şaşırıp kalır. Sebebi de şu : Gönül mü Tanrı’dır, Tanrı mı gönül?
- عقل اینجا ساکت آمد یا مضل ** ز آنکه دل با اوست یا خود اوست دل
- Hem sayılı hem sayısız olan (hem kesrete dalan, hem vahdeti bulan) gönülden başka bir nakşın aksi geçip gider, ebedî değildir. 3490
- عکس هر نقشی نتابد تا ابد ** جز ز دل هم با عدد هم بیعدد
- Fakat ezelden ebede kadar zuhur ede gelen her yeni nakış, gönle akseder, orada perdesiz, apaçık surette tecilli eder.
- تا ابد هر نقش نو کاید بر او ** مینماید بیحجابی اندر او
- Gönüllerini cilâlamış olanlar; renkten, kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik görürler.
- اهل صیقل رستهاند از بوی و رنگ ** هر دمی بینند خوبی بیدرنگ
- Onlar, ilmin kabuğundaki nakşı bırakmışlar, Aynel yakîn bayrağını kaldırmışlardır.
- نقش و قشر علم را بگذاشتند ** رایت عین الیقین افراشتند
- Düşünceyi bırakmışlar, âşinalık denizini bulmuşlar, bilişikte yok olmuşlardır.
- رفت فکر و روشنایی یافتند ** نحر و بحر آشنایی یافتند
- Herkes ölümden ürker, korkar. Bu kavimse ona bıyık altından gülmektedir. 3495
- مرگ کاین جمله از او در وحشتاند ** میکنند این قوم بر وی ریشخند
- Kimse onların gönlüne galip gelmez. Sedefe zarar gelir, inciye değil.
- کس نیابد بر دل ایشان ظفر ** بر صدف آید ضرر نی بر گهر