English    Türkçe    فارسی   

2
1868-1892

  • Hâlbuki biz karın ağrısına tutulmuş olduğumuz halde boyuna sirkeyi artırıp duruyoruz. Sen keremi terk etme de balı artır!
  • سرکه افزودیم ما قوم زحیر ** تو عسل بفزا کرم را وامگیر
  • Bizden bu lâyıktı, bunu yaptık. Kum, gözde ancak körlüğü fazlalaştırır.
  • این سزید از ما چنان آمد ز ما ** ریگ اندر چشم چه فزاید عما
  • Fakat ey aziz sürme, senden her değersiz şey, değer bulur, bir şey olur; sana bu lâyıktır. 1870
  • آن سزد از تو أیا کحل عزیز ** که بیابد از تو هر ناچیز چیز
  • Bu zalimlerin ateşinden gönlün kebap olduğu halde daima “Yarabbi, kavmime hidayet et” diye hitap ediyordun.
  • ز آتش این ظالمانت دل کباب ** از تو جمله اهد قومی بد خطاب‏
  • Sen, öd ağacı madensin. Seni ateşe atsalar, bu âlem, ıtırla, fesleğen kokusuyla dolar.
  • کان عودی در تو گر آتش زنند ** این جهان از عطر و ریحان آگنند
  • Sen o öd ağacı değilsin ki ateşte yansın, eksilip bitsin. Sen o ruh değilsin ki gama esir olsun.
  • تو نه آن عودی کز آتش کم شود ** تو نه آن روحی که اسیر غم شود
  • Öd ağacı yanar ama madeni yanmadan uzaktır. Rüzgâr, nurun aslına nasıl hamle edebilir.
  • عود سوزد کان عود از سوز دور ** باد کی حمله برد بر اصل نور
  • Ey göklere saflık veren, ey cefası vefadan daha iyi olan! 1875
  • ای ز تو مر آسمانها را صفا ** ای جفای تو نکوتر از وفا
  • Çünkü akıllıdan bir cefa gelse o cefa, cahillerin vefasından daha iyidir.
  • ز انکه از عاقل جفایی گر رود ** از وفای جاهلان آن به بود
  • Peygamber, “ Akıllının düşmanlığı, cahilin sevgisinden yeğdir” dedi.
  • گفت پیغمبر عداوت از خرد ** بهتر از مهری که از جاهل رسد
  • Bir emîrin, ağzına yılan kaçan birisini incitmesi
  • رنجانیدن امیری خفته‏ای را که مار در دهانش رفته بود
  • Akılı birisi, atına binmiş geliyordu. Uyumakta olan birisinin ağzına da bir yılan kaçmak üzereydi.
  • عاقلی بر اسب می‏آمد سوار ** در دهان خفته‏ای می‏رفت مار
  • Atlı onu görüp adamcağızı kurtarmak, yılanı ürkütüp kaçırmak için koşmaya başladı. fakat fırsat bulamadı.
  • آن سوار آن را بدید و می‏شتافت ** تا رماند مار را فرصت نیافت‏
  • Aklı, kendisine yardım ettiğinden, pek akılı kişi olduğundan o uyumakta olan adama şiddetlice birkaç topuz vurdu. 1880
  • چون که از عقلش فراوان بد مدد ** چند دبوسی قوی بر خفته زد
  • O şiddetlice vurulan topuzun acısı, adamı bir ağaç altına kadar kaçırdı.
  • برد او را زخم آن دبوس سخت ** زو گریزان تا به زیر یک درخت‏
  • Oraya bir hayli çürük elma dökülmüştü. Adama “ Ey dertli kişi, bunları ye” dedi.
  • سیب پوسیده بسی بد ریخته ** گفت از این خور ای به درد آویخته‏
  • EKSIK
  • سیب چندان مر و را در خورد داد ** کز دهانش باز بیرون می‏فتاد
  • “Beyim, ben sana ne yaptım, bana ne kastın var?
  • بانگ می‏زد کای امیر آخر چرا ** قصد من کردی تو نادیده جفا
  • Eğer bana hakikaten bir kastın varsa vur kılıcı, birden kanını dök! 1885
  • گر ترا ز اصل است با جانم ستیز ** تیغ زن یک بارگی خونم بریز
  • Sana çattığım saat ne menhus saatmiş. Ne mutlu senin yüzünü görmeyene!
  • شوم ساعت که شدم بر تو پدید ** ای خنک آن را که روی تو ندید
  • Dinsizler bile kimseye suçsuz, günahsız, az çok bir şey yapmadan böyle sitem etmezler, bu sitemi caiz saymazlar” diyordu.
  • بی‏جنایت بی‏گنه بی‏بیش و کم ** ملحدان جایز ندارند این ستم‏
  • Söz söylerken ağzından kan geliyordu “ Yarabbi cezasını sen ver!” diye bağırmakta,
  • می‏جهد خون از دهانم با سخن ** ای خدا آخر مکافاتش تو کن‏
  • Her an ona kötü söylemekte, lânet etmekteydi. Atlı ise “ bu ovada koş” diye onu dövüyordu.
  • هر زمان می‏گفت او نفرین نو ** اوش می‏زد کاندر این صحرا بدو
  • Adam, topuz acısıyla atlının korkusundan yel gibi koşmağa başladı. Hem koşuyor, hem yüzüstü düşüyordu. 1890
  • زخم دبوس و سوار همچو باد ** می‏دوید و باز در رو می‏فتاد
  • Karnı toktu, uykulu ve gevşemiş bir haldeydi. Ayağında, yüzünde yüz binlerce yara vardı.
  • ممتلی و خوابناک و سست بد ** پا و رویش صد هزاران زخم شد
  • Atlı o adamı akşam çağına kadar çekiştirip durdu. Nihayet, adamın safrası kabardı, kusmağa başladı.
  • تا شبانگه می‏کشید و می‏گشاد ** تا ز صفرا قی شدن بر وی فتاد