- Çünkü gündüz, kuyumcu ve sarraf, altını fark etsin diye altına aynadır.
- ز آن که روز است آینهی تعریف او ** تا ببیند اشرفی تشریف او
- Kırmızı yüzle sarı yüzü gündüz gösterdiğinden Allah, kıyamete Gün lâkabını taktı.
- حق قیامت را لقب ز آن روز کرد ** روز بنماید جمال سرخ و زرد
- Hakikatte gündüz, velilerin sırrıdır. Gündüz, onların aylarına nispetle gölgelere benzer.
- پس حقیقت روز سر اولیاست ** روز پیش ماهشان چون سایههاست
- Gündüzü, Allah erinin sırrının aksi bilin; gözü örten akşamı da onun ayıp örtücülüğünün aksi.
- عکس راز مرد حق دانید روز ** عکس ستاریش شام چشم دوز
- Allah onun için “Vedduha” buyurdu. “Vedduha”, Mustafa’nın gönlünün nurudur. 295
- ز آن سبب فرمود یزدان و الضحی ** و الضحی نور ضمیر مصطفی
- Allah, kuşluk zamanını sevdi derler ya. Bu söz de, kuşluk çağı, onun aksi olduğundandır.
- قول دیگر کین ضحی را خواست دوست ** هم برای آنکه این هم عکس اوست
- Yoksa fâni olan şeye yemin etmek hatadır. Böyle olduğu halde fâni şeyin Allah’ın sözüne girmesi lâyık olur mu?
- ور نه بر فانی قسم گفتن خطاست ** خود فنا چه لایق گفت خداست
- Halil “ Ben fâni olanları sevmem” dedi Halil böyle derse Ulu Allah nasıl olur da fâni şeyi diler, sever?
- لا أحب الآفلین گفت آن خلیل ** کی فنا خواهد از این رب جلیل
- “Velleyl” den maksat yine Mustafa’nın ayıp örtücülüğü, toprağa mensup olan cismidir.
- باز و اللیل است ستاری او ** و آن تن خاکی زنگاری او
- Bu kuşluk çağının güneşi o, gökten doğdu da gece gibi olan tene “Seni Rabb’in terk etmedi” dedi. 300
- آفتابش چون بر آمد ز آن فلک ** با شب تن گفت هین ما ودعک
- Belanın ta kendisinden vuslat meydana geldi; “ Sana darılmadı da” sözü de o tatlılıktan zuhur etti.
- وصل پیدا گشت از عین بلا ** ز آن حلاوت شد عبارت ما قلی
- Esasen her söz bir halete alâmettir. Hâl ele benzer, söz de alete.
- هر عبارت خود نشان حالتی است ** حال چون دست و عبارت آلتی است
- Kuyumcunun aleti, kunduracının elinde kuma ekilmiş tohuma döner.
- آلت زرگر به دست کفشگر ** همچو دانهی کشت کرده ریگ در
- Çiftçinin yanında kunduracının aleti, köpeğin, önünde saman, eşeğin önünde kemik gibidir.
- و آلت اسکاف پیش برزگر ** پیش سگ کاه استخوان در پیش خر
- “Enel Hakk” sözü, Mansur’un ağzında nurdu. “Enallah” sözü, Firavunun ağzında yalan! 305
- بود انا الحق در لب منصور نور ** بود انا الله در لب فرعون زور
- Sopa, Musa’nın elinde doğruluğuna şahit oldu, sihirbazın elindeyse bir şeye yaramadı.
- شد عصا اندر کف موسی گوا ** شد عصا اندر کف ساحر هبا
- İsa, bu yüzden yoldaşına Tek Allah’ın o yüce adını belletmedi.
- زین سبب عیسی بدان همراه خود ** در نیاموزید آن اسم صمد
- Çünkü bilmez de alete noksan bulur. Taşı, toprağa vur. Hiç ateş çıkar mı?
- کاو نداند نقص بر آلت نهد ** سنگ بر گل زن تو آتش کی جهد
- Elle alet taşla demire benzer. Çift olması gerek ki ateş çıksın.
- دست و آلت همچو سنگ و آهن است ** جفت باید جفت شرط زادن است
- Çifti olmayan, aleti bulunmayan Tek Allah’tır. Sayıda şüphe olabilir, Fakat Allah da şüphe yoktur. 310
- آن که بیجفت است و بیآلت یکی است ** در عدد شک است و آن یک بیشکی است
- İki diyenler, üç diyenler daha fazla diyenler, bir olduğunda mutlaka ittifak ederler.
- آن که دو گفت و سه گفت و بیش ازین ** متفق باشند در واحد یقین
- Şaşılık gidince hepsi birleşir; iki, üç diyenler de bir derler.
- احولی چون دفع شد یکسان شوند ** دو سه گویان هم یکی گویان شوند
- Onun meydanında bir topsan, ona bir diyorsan durma, çevgânının etrafında dön dolaş!
- گر یکی گویی تو در میدان او ** گرد بر میگرد از چوگان او
- Top padişahın elinin darbesiyle oynarsa, kemale ermiş olur.
- گوی آن گه راست و بینقصان شود ** که ز زخم دست شه رقصان شود
- Ey şaşı; bunları can kulağıyla dinle, gözüne kulak yoluyla ilâç ver! 315
- گوش دار ای احول اینها را به هوش ** داروی دیده بکش از راه گوش