English    Türkçe    فارسی   

2
815-839

  • Şu halde her devirde peygamber yerine bir veli vardır, bu sınama kıyamete kadar daimidir. 815
  • پس به هر دوری ولیی قایم است ** تا قیامت آزمایش دایم است‏
  • Kimde iyi huy varsa kurtulmuştur; kimin kalbi sırçadansa sınmıştır.
  • هر که را خوی نکو باشد برست ** هر کسی کاو شیشه دل باشد شکست‏
  • İşte diri ve faal imam, o velidir; ister Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan!
  • پس امام حی قایم آن ولی است ** خواه از نسل عمر خواه از علی است‏
  • Ey yol arayan, Mehdi de O’dur, Hadi de O. Hem gizlidir, hem senin karşında oturmakta.
  • مهدی و هادی وی است ای راه جو ** هم نهان و هم نشسته پیش رو
  • O, nura benzer; akıl onun Cebrail’idir. Ondan aşağı olan veli de onun kandilidir.
  • او چو نور است و خرد جبریل اوست ** و آن ولی کم از او قندیل اوست‏
  • Bu kandilden daha aşağı derece de olan veli de kandil konan yerimizdir. Nura mertebe bakımından dereceler vardır. 820
  • و انکه زین قندیل کم مشکات ماست ** نور را در مرتبه ترتیبهاست‏
  • Çünkü Allah nurunun yedi yüz perdesi vardır. Nur perdelerini bu kadar kat bil!
  • ز انکه هفصد پرده دارد نور حق ** پرده‏های نور دان چندین طبق‏
  • Her perdenin ardında bir kavmin durağı var. İmam’a kadar bu perdeler saf saftır.
  • از پس هر پرده قومی را مقام ** صف صف‏اند این پرده‏هاشان تا امام‏
  • Son saftakilerin gözleri, zayıflıktan ön saftakilerin nuruna tahammül edemez.
  • اهل صف آخرین از ضعف خویش ** چشمشان طاقت ندارد نور بیش‏
  • Ön saftakilerin gözleri de görüş zayıflığı yüzünden daha ön saftakilerin nuruna takat getirmez.
  • و آن صف پیش از ضعیفی بصر ** تاب نارد روشنایی بیشتر
  • İlk saftakilerin hayatı olan aydınlık, bu şaşının ruhuna azap ve afettir. 825
  • روشنیی کاو حیات اول است ** رنج جان و فتنه‏ی این احول است‏
  • Şaşılıklar yavaş, yavaş azalır; adam yedi yüz dereceyi geçti mi deniz kesilir.
  • احولیها اندک اندک کم شود ** چون ز هفصد بگذرد او یم شود
  • Demiri yahut altını sâf bir hale getiren ateş, terü taze ayva ve elmaya yarar mı?
  • آتشی کاصلاح آهن یا زر است ** کی صلاح آبی و سیب تر است‏
  • Ayva ve elmanın da az bir hamlığı olabilir, fakat demire benzemezler, hafif bir hararet isterler.
  • سیب و آبی خامیی دارد خفیف ** نه چو آهن تابشی خواهد لطیف‏
  • Hâlbuki o hararet, o şuleler, demir için kâfi değildir. Çünkü demir, ejderha gibi olan ateşin yalımını ister.
  • لیک آهن را لطیف آن شعله‏هاست ** کاو جذوب تابش آن اژدهاست‏
  • O demir, meşakkatlere tahammül eden fakirdir. Çekicin altında, ateşin içinde kıpkırmızı bir hale gelir; ondan hoşlanır. 830
  • هست آن آهن فقیر سخت کش ** زیر پتک و آتش است او سرخ و خوش‏
  • Bu çeşit fakir, ateşin vasıtasız perdecisidir, vasıta ve vesile olmaksızın ateşin ta ortasına kadar girer.
  • حاجب آتش بود بی‏واسطه ** در دل آتش رود بی‏رابطه‏
  • Fakat su ve su oğulları; hicap olmaksızın, bir vasıta bulunmaksızın ne ateşten olgun bir hale gelirler, ne ateşin hitabına mazhar olurlar.
  • بی‏حجاب آب و فرزندان آب ** پختگی ز آتش نیابند و خطاب‏
  • Ayağa, yürümek için nasıl ayakkabı lâzımsa bunlara da ateşten feyz almak için bir tencere yahut tava lâzımdır.
  • واسطه دیگی بود یا تابه‏ای ** همچو پا را در روش پا تابه‏ای‏
  • Yahut da ortada bir yer gerektir ki hava ısınsın, kızsın da harareti suya müessir olsun.
  • یا مکانی در میان تا آن هوا ** می‏شود سوزان و می‏آرد بما
  • Fakir ona derler ki şûlelerle vasıtasız rabıtası vardır. 835
  • پس فقیر آن است کاو بی‏واسطه ست ** شعله‏ها را با وجودش رابطه ست‏
  • Hakikatte âlemin gönlü odur. Çünkü ten (gibi olan âleme) bu gönül vasıtasıyla feyz gelir, ten (gibi olan cihan), bu gönül yüzünden işe yarar.
  • پس دل عالم وی است ایرا که تن ** می‏رسد از واسطه‏ی این دل به فن‏
  • Gönül olmasa ten, konuşmayı ne bilir? Gönül aramasa ten, araştırmadan ne anlar?
  • دل نباشد، تن چه داند گفت‏وگو ** دل نجوید، تن چه داند جستجو
  • Demek ki şûlelerin nazargâhı o demirdir. Şu halde Allah’ın nazargâhı da gönüldür, ten değil!
  • پس نظرگاه شعاع آن آهن است ** پس نظرگاه خدا دل نی تن است‏
  • Sonra bu cüzi olan gönüller de hakikî maden olan gönül sahibinin gönlüne nispetle ten gibidir.
  • باز این دلهای جزوی چون تن است ** با دل صاحب دلی کاو معدن است‏