English    Türkçe    فارسی   

3
4344-4368

  • Bu suretle birbirinden uzak olan bu iki ses birbirine karışmaz… Tatlı denizden bir katra bile acı denize taşmaz.
  • تا نیامیزد بدین دو بانگ دور ** قطره‌ای از بحر خوش با بحر شور
  • Gece yarısı mescitteki konuğa tılsım sesinin gelmesi
  • رسیدن بانگ طلسمی نیم‌شب مهمان مسجد را
  • Şimdi o şiddetli ses hikâyesini dinle. O iyi bahtlı konuk, sesi duyunca yerinden bile kıpırdamadı. 4345
  • بشنو اکنون قصه‌ی آن بانگ سخت ** که نرفت از جا بدان آن نیکبخت
  • Dedi ki: “Bu ses, bayram davulu sesi… Neden korkacakmışım? Tokmağı yiyen davul; o korksun!
  • گفت چون ترسم چو هست این طبل عید ** تا دهل ترسد که زخم او را رسید
  • Ey kalbi olmayan boş davullar, can bayramınızdan kısmetiniz, tokmaktan ibaret.
  • ای دهلهای تهی بی قلوب ** قسمتان از عید جان شد زخم چوب
  • Kıyamet bayramında dinsizler davul… Biz ise gül gibi gülmekteyiz, bayrama erişenlere benziyoruz.
  • شد قیامت عید و بی‌دینان دهل ** ما چو اهل عید خندان همچو گل
  • Şimdi duy da bak, bu davul nasıl ses vermekte… Devlet tenceresi nasıl kaynamakta
  • بشنو اکنون این دهل چون بانگ زد ** دیگ دولتبا چگونه می‌پزد
  • O er, davulun sesini duyunca “Gönlüm, bayram davulundan nasıl olur da korkar?” dedi. 4350
  • چونک بشنود آن دهل آن مرد دید ** گفت چون ترسد دلم از طبل عید
  • Kendi kendisine dedi ki: “Gönül, titreme, korkma… yakine erişmiş kötü gönüllülerin canları öldü gitti.
  • گفت با خود هین ملرزان دل کزین ** مرد جان بددلان بی‌یقین
  • Haydar gibi ya ülkeyi zapt ederim ya canım bedenimden gider.”
  • وقت آن آمد که حیدروار من ** ملک گیرم یا بپردازم بدن
  • Yerinden fırladı bağırdı: “Ey ulu adam, işte buracıkta hazırım; hadi, ersen gel!”
  • بر جهید و بانگ بر زد کای کیا ** حاضرم اینک اگر مردی بیا
  • Tılsım, hemencecik bozuldu, her taraftan ulam ulam altın dökülmeye başladı.
  • در زمان بشکست ز آواز آن طلسم ** زر همی‌ریزید هر سو قسم قسم
  • Öyle altın döküldü ki oğlancağız, kapının bile kapanıp açılmayacağından korktu. 4355
  • ریخت چند این زر که ترسید آن پسر ** تا نگیرد زر ز پری راه در
  • Ondan sonra o kuvvetli aslan kalktı, ta seher çağına kadar altını dışarıya taşımakla uğraştı.
  • بعد از آن برخاست آن شیر عتید ** تا سحرگه زر به بیرون می‌کشید
  • Altınları gömmekte, sonra yine gelip çuvallara, torbalara doldurarak dışarıya götürmekteydi.
  • دفن می‌کرد و همی آمد بزر ** با جوال و توبره بار دگر
  • O canıyla oynayan er, gerisin geriye çekilip kaçan korkakların rağmine definelerine sahip oldu.
  • گنجها بنهاد آن جانباز از آن ** کوری ترسانی واپس خزان
  • Her kör ve hakikatten uzak kalmış altına tapan kişinin hatırına bu hikâyeyi duyunca derhal zahiri altın gelir.
  • این زر ظاهر بخاطر آمدست ** در دل هر کور دور زرپرست
  • Çocuklar saksıları kırar, o kırık parçalara altın adını takar eteklerine koyarlar. 4360
  • کودکان اسفالها را بشکنند ** نام زر بنهند و در دامن کنند
  • Oyun oynarken o parçalara altın adını taktın ya… Artık ne vakit altın desen çocuğun aklına saksı kırıkları gelir.
  • اندر آن بازی چو گویی نام زر ** آن کند در خاطر کودک گذر
  • Fakat erlerin kastettikleri altın ne o altındır, ne bu altın. Onlar üstüne, Allah’ın adı basılmış hakikî altını kastederler. O altın, ne kesada uğrar, ne ziyana… Ebedî ve daimîdir.
  • بل زر مضروب ضرب ایزدی ** کو نگردد کاسد آمد سرمدی
  • O altın, öyle bir altındır ki bu zahirî altın, parlaklığını ondan almış, kadir ve kıymeti ondan bulmuştur.
  • آن زری کین زر از آن زر تاب یافت ** گوهر و تابندگی و آب یافت
  • Gönül, o altından ganileşir… Parlaklık ve aydınlıkta aydan bile üstündür.
  • آن زری که دل ازو گردد غنی ** غالب آید بر قمر در روشنی
  • O mescit, bir mumdu, adamda pervane… O pervane huylu, âdeta canıyla oynamaktaydı. 4365
  • شمع بود آن مسجد و پروانه او ** خویشتن در باخت آن پروانه‌خو
  • Ateş, kanadını yaktı ama daha güzel kanat ihsan etti. O ateşe atılma, âşıka pek kutlu geldi, pek!
  • پر بسوخت او را ولیکن ساختش ** بس مبارک آمد آن انداختش
  • O bahtı kutlu, Musa’ya benziyordu. Ağacın civarında bir ateştir, görmüştü.
  • همچو موسی بود آن مسعودبخت ** کاتشی دید او به سوی آن درخت
  • Allah, ona birçok inayetlerde bulunmuştu… O, gördüğünü ateş sanıyordu ama nurdu.
  • چون عنایتها برو موفور بود ** نار می‌پنداشت و خود آن نور بود