- Yürü, benden uzaklaş hemen. Ben seni tanımıyorum. Kendini bilmeyen bir ârifim ben, köyün Behlûl’üyüm ben diyorsun ha! 700
- رو که نشناسم ترا از من بجه ** عارف بیخویشم و بهلول ده
- Allah yakınlığına eriştin de sanat, sanatkârdan ayrı olmaz sanıyorsun ha!
- تو توهم میکنی از قرب حق ** که طبقگر دور نبود از طبق
- Şunu olsun görmez misin? Allah velilerinin eriştikleri yakınlıkta yüzlerce keramet, yüzlerce iş güç var.
- این نمیبینی که قرب اولیا ** صد کرامت دارد و کار و کیا
- Meselâ demir, Davud’un elinde mum oluyor… Hâlbuki senin elinde mum, demir kesiliyor!
- آهن از داوود مومی میشود ** موم در دستت چو آهن میبود
- Yaratma ve rızık verme yakınlığında herkes müsavidir, bu sıfatlar herkeste var. Fakat bu ulular, Allah aşkının vahyi yakınlığına sahip olurlar.
- قرب خلق و رزق بر جملهست عام ** قرب وحی عشق دارند این کرام
- Babacığım, yakınlık da çeşit, çeşittir. Güneş dağa da vurur, altına da! 705
- قرب بر انواع باشد ای پدر ** میزند خورشید بر کهسار و زر
- Fakat güneşin altına bir yakınlığı var ki söğüdün bundan haberi bile yok!
- لیک قربی هست با زر شید را ** که از آن آگه نباشد بید را
- Kuru dal da güneşe yakındır, yaş dal da. Güneş hiç ikisinden de gizlenir mi ki?
- شاخ خشک و تر قریب آفتاب ** آفتاب از هر دو کی دارد حجاب
- Fakat yaş taze dalın yakınlığı nerede? O daldan olgun meyveler devşirmede, olgun meyveler yemedesin.
- لیک کو آن قربت شاخ طری ** که ثمار پخته از وی میخوری
- Fakat bir de bak, kuru dal, güneşe yakınlığından kuruluktan başka ne bulabilir?
- شاخ خشک از قربت آن آفتاب ** غیر زوتر خشک گشتن گو بیاب
- Akıllı, aklın başına gelince pişman olacak bir sarhoşluğa düşme. 710
- آنچنان مستی مباش ای بیخرد ** که به عقل آید پشیمانی خورد
- O sarhoşlardan ol ki onlar şarap içmeye koyuldular mı olgun akıllar bile onlara hasret çeker.
- بلک از آن مستان که چون می میخورند ** عقلهای پخته حسرت میبرند
- Ey kedi gibi kocalmış fareyi tutan, o şaraptan içmiş onunla gıdalanmışsan aslan tut aslan!
- ای گرفته همچو گربه موش پیر ** گر از آن می شیرگیری شیر گیر
- Ey hayale kapılıp aslı olmayan kadehten hayal şarabı içen, hakikat sarhoşları gibi sarhoşluk etme, o tarafa sarkıntılıkta bulunma!
- ای بخورده از خیالی جام هیچ ** همچو مستان حقایق بر مپیچ
- Sarhoş gibi şu yana, bu yana düşüp durmadasın ama sana bu tarafa yol yok, o tarafa yürü.
- میفتی این سو و آن سو مستوار ** ای تو این سو نیستت زان سو گذار
- O yana yol bulursan ondan sonra bazen bu tarafa salın, bazen o tarafta. 715
- گر بدان سو راه یابی بعد از آن ** گه بدین سو گه بدان سو سر فشان
- Tamamıyla bu tarafa mensupken o tarafta dem varma. Madem ölümün gelmemiş, yalan yere can çekişme.
- جمله این سویی از آن سو کپ مزن ** چون نداری مرگ هرزه جان مکن
- Fakat ebedî hayata erişen ve ecelden korkmayan Hızır canlı kişi, mahlûku tanımasa da caiz.
- آن خضرجان کز اجل نهراسد او ** شاید ار مخلوق را نشناسد او
- Damağını vehmin zevkiyle çeşnilendirir, varlık tulumuna üfürür, kendini havayla şişirip gururlanırsın ama,
- کام از ذوق توهم خوش کنی ** در دمی در خیک خود پرش کنی
- Bir iğneyle o yel kaçıp gider. Dilerim akıllı adam, bu çeşit semirmesin!
- پس به یک سوزن تهی گردی ز باد ** این چنین فربه تن عاقل مباد
- Kışın kardan testiler yapıyorsun, iyi ama hiç onlar suya dayanır mı? 720
- کوزهها سازی ز برف اندر شتا ** کی کند چون آب بیند آن وفا
- Çakalın boyacı küpüne düşüp boyanması ve çakallar arasında tavusluk dâvasına kalkışması
- افتادن شغال در خم رنگ و رنگین شدن و دعوی طاوسی کردن میان شغالان
- Bir çakal boyacı küpüne düştü, orada bir müddet kaldı.
- آن شغالی رفت اندر خم رنگ ** اندر آن خم کرد یک ساعت درنگ
- Sonra postu boyanmış olarak çıkıp “Ben illiyyin tavusuyum, demeye başladı.
- پس بر آمد پوستش رنگین شده ** که منم طاووس علیین شده
- Postu boyanmış, pek güzel parlamış, güneş de o renklere vurmuştu.
- پشم رنگین رونق خوش یافته ** آفتاب آن رنگها بر تافته
- Çakal, kendini yeşil, kızıl, pembe ve sarı renklerde görüp o çeşitli renklerle öbür çakallara göründü.
- دید خود را سبز و سرخ و فور و زرد ** خویشتن را بر شغالان عرضه کرد