- Dediler ki: Adı ne? Bayezid, Ebül Hasan dedi... Onun şeklini, kaşının çenesinin ne şekilde olduğunu anlattı.
- چیست نامش گفت نامش بوالحسن ** حلیهاش وا گفت ز ابرو و ذقن
- Boyunu, rengini, şeklini, saçlarını, yüzünü bir bir anlattı.
- قد او و رنگ او و شکل او ** یک به یک واگفت از گیسو و رو
- İç huylarını, manevi sıfatlarını... Ruhunu, yolunu, yerini, varlığını hep söyledi.
- حلیههای روح او را هم نمود ** از صفات و از طریقه و جا و بود
- Ten şekli, ten gibi iğretidir... Ona pek gönül verme... o bir anda gelir geçer! 1840
- حلیهی تن همچو تن عاریتیست ** دل بر آن کم نه که آن یک ساعتیست
- Tabii ruhun şekli, hali de fanidir... O can şeklini, sıfatını iste ki gökyüzündedir!
- حلیهی روح طبیعی هم فناست ** حلیهی آن جان طلب کان بر سماست
- Onun bedeni, yeryüzünde mum gibidir... Nuru ise yedinci kat tavanın üstündedir!
- جسم او همچون چراغی بر زمین ** نور او بالای سقف هفتمین
- Güneşin ışıkları odadadır ama güneş, dördüncü kat göktedir.
- آن شعاع آفتاب اندر وثاق ** قرص او اندر چهارم چارطاق
- Gülün suretini, lâtife yollu burnunun altında görürsün ama gül kokusu dimağın ta tavanına, sayvanına kadar her yeri tutmuştur.
- نقش گل در زیربینی بهر لاغ ** بوی گل بر سقف و ایوان دماغ
- Uyuyan adam, Aden’de bir azaba uğradığını görür ama aksi, bedeninde ter halinde görünür! 1845
- مرد خفته در عدن دیده فرق ** عکس آن بر جسم افتاده عرق
- Gömlek, Mısır’da bir harise rehin olmuştur ama Kenan ülkesi o gömleğin kokusuyla dolmuştur!
- پیرهن در مصر رهن یک حریص ** پر شده کنعان ز بوی آن قمیص
- Tarihçiler, bunu duyunca Bayezid’in tayin ettiği zamanı yazdılar... Âdeta şişe benzeyen kamış kalemlerini kebapla bezediler.
- بر نبشتند آن زمان تاریخ را ** از کباب آراستند آن سیخ را
- Tanı o zaman, o tarih gelip çatınca o padişah doğdu... Devlet satrancını oynadı!
- چون رسید آن وقت و آن تاریخ راست ** زاده شد آن شاه و نرد ملک باخت
- Bayezid’in ölümünden sonra yıllar geçti, Ebul Hasan dünyaya geldi.
- از پس آن سالها آمد پدید ** بوالحسن بعد وفات بایزید
- O padişah, Ebulhasan’ın ihsanına, kıskanmasına ait ne gibi huylar söylediyse aynen zuhur etti. 1850
- جملهی خوهای او ز امساک وجود ** آنچنان آمد که آن شه گفته بود
- Çünkü onun önünde giden levhimahfuz’dur... Neden mahfuzdur o levh? Hatadan!
- لوح محفوظ است او را پیشوا ** از چه محفوظست محفوظ از خطا
- Bu, ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya... Allah, doğrusunu daha iyi bilir ya, Allah vahyidir!
- نه نجومست و نه رملست و نه خواب ** وحی حق والله اعلم بالصواب
- Sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir.
- از پی روپوش عامه در بیان ** وحی دل گویند آن را صوفیان
- Sen istersen onu gönül vahyi farz et... Gönül zaten onun nazargâhıdır... Gönül, ona agâh olunca nasıl hata eder?
- وحی دل گیرش که منظرگاه اوست ** چون خطا باشد چو دل آگاه اوست
- Ey mümin, sen, Allah nuruyla bakar, görürsün... Hatadan, yanılmadan eminsin! 1855
- مومنا ینظر به نور الله شدی ** از خطا و سهو آمن آمدی
- Sofinin canına, gönlüne gelen Allah yemeğinin eksilmesi
- نقصان اجرای جان و دل صوفی از طعام الله
- Sofi, yoksulluktan dertlenince yoksulluğu, ona dadı ve gıda kesilir.
- صوفیی از فقر چون در غم شود ** عین فقرش دایه و مطعم شود
- Çünkü cennet, hoşa gitmeyen şeylerden meydana gelmiştir... Merhamet, gönlü kırık âcizlerin nasibidir.
- زانک جنت از مکاره رسته است ** رحم قسم عاجزی اشکسته است
- Yücelikle başlar kıran kişiye ne Allah’ın merhameti nasip olur, ne halkın!
- آنک سرها بشکند او از علو ** رحم حق و خلق ناید سوی او
- Bu sözün sonu yoktur... Evet, o yiğit, yiyecek ve ekmek nafakasının azlığından perişan oldu!
- این سخن آخر ندارد وان جوان ** از کمی اجرای نان شد ناتوان
- Ne mutlu o sofiye ki rızkı azalır... Boncuğu inci olur, kendisi deniz kesilir! 1860
- شاد آن صوفی که رزقش کم شود ** آن شبهش در گردد و اویم شود
- O hususi Allah nafakasını duyan, Allah’ın yakınlığına erer, gayb nafakasını elde eder.
- زان جرای خاص هر که آگاه شد ** او سزای قرب و اجریگاه شد