English    Türkçe    فارسی   

4
564-588

  • Hediyeleri getirenler, Süleyman’ın saray meydanına girince bir de gördüler ki yer, tamamı ile halis altınla döşenmiş!
  • چون به صحرای سلیمانی رسید ** فرش آن را جمله زر پخته دید
  • Altın üstünde tam kırk konaklık yol aldılar... Artık altın gözlerine su gibi bile görünmüyordu, o kadar ehemmiyetsiz bir hale gelmişti. 565
  • بر سر زر تا چهل منزل براند ** تا که زر را در نظر آبی نماند
  • Defalarca bu altınları, getirdiğimiz yere götürelim... Biz ne olmayacak iş yapıyoruz;
  • بارها گفتند زر را وا بریم ** سوی مخزن ما چه بیگار اندریم
  • Toprağı bile halis altın olan bir yere hediye olarak altın götürmek aptallıktır dediler.
  • عرصه‌ای کش خاک زر ده دهیست ** زر به هدیه بردن آنجا ابلهیست
  • Ey Allah’a aklı hediye götüren, akıl, orada yoldaki topraktan da aşağıdır!
  • ای ببرده عقل هدیه تا اله ** عقل آنجا کمترست از خاک راه
  • Hediyenin makbule geçmeyeceğini anladıklarından utangaçlıkları, âdeta onları gerisin geriye itmekteydi!
  • چون کساد هدیه آنجا شد پدید ** شرمساریشان همی واپس کشید
  • Sonra yine dediler ki: İster makbule geçsin, ister geçmesin... Bize ne? Biz emir kuluyuz! 570
  • باز گفتند ار کساد و ار روا ** چیست بر ما بنده فرمانیم ما
  • Altın olsun toprak olsun... Biz, götürmeye mecburuz... Buyruk verenin buyruğunu yerine getirmek mecburiyetindeyiz.
  • گر زر و گر خاک ما را بردنیست ** امر فرمان‌ده به جا آوردنیست
  • Geri götürün derlerse yine fermana uyar, getirdiğimiz hediyeyi geri götürürüz!
  • گر بفرمایند که واپس برید ** هم به فرمان تحفه را باز آورید
  • Süleyman, hediye getirenleri ve getirdikleri hediyeyi görünce gülmeye başladı. “Ben, sizden tirit istedim mi ki?
  • خنده‌ش آمد چون سلیمان آن بدید ** کز شما من کی طلب کردم ثرید
  • Ben, bana hediye verin demedim; hediyeye layık olun dedim.
  • من نمی‌گویم مرا هدیه دهید ** بلک گفتم لایق هدیه شوید
  • Bana gayb âleminden eşi görülmedik hediyeler gelmekte... Öyle hediyeler ki insan, onları istemeye niyetlense aklına bile getiremez! 575
  • که مرا از غیب نادر هدیه‌هاست ** که بشر آن را نیارد نیز خواست
  • Siz, yer altındaki madeni altın haline getiren bir yıldıza, güneşe tapıyorsunuz... o yıldızı yaratana yüz tutun!
  • می‌پرستید اختری کو زر کند ** رو باو آرید کو اختر کند
  • Değeri yüce olan canınızı hor hakir ederek gökteki güneşe tapıyorsunuz.
  • می‌پرستید آفتاب چرخ را ** خوار کرده جان عالی‌نرخ را
  • Güneş Allah emriyle bizim aşçımızdır, çiyleri pişirir... Artık ona Allah dersen aptallıktır bu!
  • آفتاب از امر حق طباخ ماست ** ابلهی باشد که گوییم او خداست
  • Güneş tutulursa ne yaparsın? Ondaki o karaltıyı nasıl giderirsin?
  • آفتابت گر بگیرد چون کنی ** آن سیاهی زو تو چون بیرون کنی
  • Nihayet yine Allah tapısına yüz vurup ya Rabbi. O karaltıyı gider, yine ona nurunu ver demez misin? 580
  • نه به درگاه خدا آری صداع ** که سیاهی را ببر وا ده شعاع
  • Gece yarısı seni öldürmeye kalkışsalar ağlayıp yalvaracağım yahut aman dileyeceğim güneş nerede?
  • گر کشندت نیم‌شب خورشید کو ** تا بنالی یا امان خواهی ازو
  • Hadiselerin çoğu da hep geceleyin olur... Hâlbuki geceleyin taptığın Allah ortada yoktur.
  • حادثات اغلب به شب واقع شود ** وان زمان معبود تو غایب بود
  • Allah’a gönül doğruluğu ile eğilirsen yıldızlardan kurtulur, Allah’a mahrem olursun!
  • سوی حق گر راستانه خم شوی ** وا رهی از اختران محرم شوی
  • Mahrem oldun mu sana ağız açar, sırları söylerim... Bu suretle gece yarısı bir güneş görürsün sen!
  • چون شوی محرم گشایم با تو لب ** تا ببینی آفتابی نیم‌شب
  • Onun, temiz ruhtan başka doğuşu... Yok doğmasında da geceyle gündüz farkı olamaz. 585
  • جز روان پاک او را شرق نه ** در طلوعش روز و شب را فرق نه
  • Gündüz, onun doğduğu zamana derler... Geceleyin doğdu, parladı mı ortada gece kalmaz.
  • روز آن باشد که او شارق شود ** شب نماند شب چو او بارق شود
  • Bu görünen güneş, o güneşin önünde adeta güneşe karşı zerre nasıl görünürse öyle görünür!
  • چون نماید ذره پیش آفتاب ** هم‌چنانست آفتاب اندر لباب
  • Âlemi aydınlatan, parlatan bu güneşin gözü, o güneşi görünce kamaşır şaşırır kalır!
  • آفتابی را که رخشان می‌شود ** دیده پیشش کند و حیران می‌شود