English    Türkçe    فارسی   

4
870-894

  • Süleyman, Belkıs’ın gönlündekini anladı... Çünkü Süleyman’ın gönlünden Belkıs’ın gönlüne yol olmuştu! 870
  • پس سلیمان از دلش آگاه شد ** کز دل او تا دل او راه شد
  • Karıncaların sesini bile duyan, elbette uzaktakilerin feryadını da duyar.
  • آن کسی که بانگ موران بشنود ** هم فغان سر دوران بشنود
  • “Bir karınca dedi ki” sırrını söyleyen, bu köhne kemerin, bu eski dünyanın sırrını da bilir.
  • آنک گوید راز قالت نملة ** هم بداند راز این طاق کهن
  • Uzaktan gördü ki o kendisini bile teslim eden Belkıs’a, yalnız tahtından ayrılmak acı geliyor!
  • دید از دورش که آن تسلیم کیش ** تلخش آمد فرقت آن تخت خویش
  • Bunun sebebini söylesem, tahtına neden bu kadar âşıktı... Anlatmaya kalkışsam söz uzar.
  • گر بگویم آن سبب گردد دراز ** که چرا بودش به تخت آن عشق و ساز
  • (Belkıs, tahtla aynı cinsten değildi... Doğru, fakat) bu kalem de duygusuzdur, kâtiple aynı cinsten değildir ama ona munistir, eştir, arkadaştır. 875
  • گرچه این کلک قلم خود بی‌حسیست ** نیست جنس کاتب او را مونسیست
  • Her sanatın aleti de böyle cansızdır ama canlı olan sanatkârın munisidir.
  • هم‌چنین هر آلت پیشه‌وری ** هست بی‌جان مونس جانوری
  • Anlayış gözünde nem olmasaydı bu sebebi daha açık anlatırdım!
  • این سبب را من معین گفتمی ** گر نبودی چشم فهمت را نمی
  • Taht haddinden fazla büyüktü; nakledilmesine imkân yoktu.
  • از بزرگی تخت کز حد می‌فزود ** نقل کردن تخت را امکان نبود
  • Pek ince sanatlıydı... Beden gibi eczası, tamamı ile birbirine bitişmişti... Ayrılıp götürülmesi de mümkün değildi, kırılabilirdi.
  • خرده کاری بود و تفریقش خطر ** هم‌چو اوصال بدن با همدگر
  • Süleyman dedi ki: Sonunda tahttan da, taçtan da soğuyacak ya! 880
  • پس سلیمان گفت گر چه فی‌الاخیر ** سرد خواهد شد برو تاج و سریر
  • Can, birlik âlemine ulaşır, o âlemden baş gösterirse birliğin nuruna karşı bedenin nuru kalmaz artık.
  • چون ز وحدت جان برون آرد سری ** جسم را با فر او نبود فری
  • İnci, denizin dibinden çıktı mı denizdeki köpüklerle çer çöpü hor hakir görürsün!
  • چون برآید گوهر از قعر بحار ** بنگری اندر کف و خاشاک خوار
  • Nurlar saçan güneş doğdu, baş gösterdi mi artık akrebin kuyruğunda kim yurt tutmak ister?
  • سر بر آرد آفتاب با شرر ** دم عقرب را کی سازد مستقر
  • Fakat bütün bunlarla beraber yine de onun tahtını getirtmek lâzım.
  • لیک خود با این همه بر نقد حال ** جست باید تخت او را انتقال
  • Getirtmeli de buluştuğu vakit üzülmesin... Çocukça dileği yerine gelmiş olsun. 885
  • تا نگردد خسته هنگام لقا ** کودکانه حاجتش گردد روا
  • O taht bizce adi bir şey ama onca pek aziz... Ne yapalım, hurilerin sofrasında birde şeytan bulunsun!
  • هست بر ما سهل و او را بس عزیز ** تا بود بر خوان حوران دیو نیز
  • Hem o nazlı tahtı, sonradan Eyaz’a hırkasıyla çarığı nasıl ibret olduysa ona da ibret olur!
  • عبرت جانش شود آن تخت ناز ** هم‌چو دلق و چارقی پیش ایاز
  • Bu tahta bakar da neye tutulduğunu, nereden nereye geldiğini, ne haldeyken ne hale büründüğünü bilir, anlar!
  • تا بداند در چه بود آن مبتلا ** از کجاها در رسید او تا کجا
  • Allah da toprağı, meniyi ve et parçasını daima bizim gözümüz önünde tutmuyor mu?
  • خاک را و نطفه را و مضغه را ** پیش چشم ما همی‌دارد خدا
  • A kötü niyetli bak... Seni ne halden ne hale getirdim? Şimdi onlardan nefret ediyorsun değil mi? 890
  • کز کجا آوردمت ای بدنیت ** که از آن آید همی خفریقیت
  • Sen o devirlerde o toprağa, meniye, et parçasına âşıktın... O zamanlar bu kerem ve ihsanı inkâr ediyordun!
  • تو بر آن عاشق بدی در دور آن ** منکر این فضل بودی آن زمان
  • Önce toprak halindeyken ( ben nereden akıl ve ruh sahibi olacağım diye) inkârda bulunuyordun ya... bu kerem ve ihsan, o inkârını gidermek içindir.
  • این کرم چون دفع آن انکار تست ** که میان خاک می‌کردی نخست
  • Canlanman, evvelki inkârına karşı reddedilmez bir delildir... Şu hastalığın dermandan da beter oldu ya!
  • حجت انکار شد انشار تو ** از دوا بدتر شد این بیمار تو
  • Toprağın bu işi yapmasına imkân mı var... Meni, düşmanlıkta bulunur, inkâra düşer mi hiç?
  • خاک را تصویر این کار از کجا ** نطفه را خصمی و انکار از کجا