English    Türkçe    فارسی   

4
975-999

  • İhtiyar dedi ki: “Halime, şad ol... Şükür secdesine kapan, yüzünü pek yırtma. 975
  • گفت پیرش کای حلیمه شاد باش ** سجده‌ی شکر آر و رو را کم خراش
  • Gam yeme... O kaybolmaz, belki bütün âlem onda kaybolur!
  • غم مخور یاوه نگردد او ز تو ** بلک عالم یاوه گردد اندرو
  • Her an onun önünde, ardında yüzbinlerce gözcü bekçi var; onu korurlar.
  • هر زمان از رشک غیرت پیش و پس ** صد هزاران پاسبانست و حرس
  • Görmedin mi? O hünerli putlar, çocuğun adını duyunca nasıl yerlere kapandılar, secde ettiler!
  • آن ندیدی کان بتان ذو فنون ** چون شدند از نام طفلت سرنگون
  • Bu devir yeryüzünde acayip bir devir... Ben ihtiyarladım gittim de buna benzer bir şey görmedim.
  • این عجب قرنیست بر روی زمین ** پیر گشتم من ندیدم جنس این
  • Bu haberden taşlar nasıl feryada geldiler? Bilmem artık suçlulara neler olur? 980
  • زین رسالت سنگها چون ناله داشت ** تا چه خواهد بر گنه کاران گماشت
  • Taşa biz mabut diyoruz, mabut oluşta onun bir suçu yok... Sen de ona kul olmaya mecbur değilsin!
  • سنگ بی‌جرمست در معبودیش ** تو نه‌ای مضطر که بنده بودیش
  • (Fakat ona sen mabut diyorsun, o da bunu reddediyor, kabul etmeye mecbur.) O, mecburken bu derecede korkarsa artık suçluya neler olacak, bir düşün!
  • او که مضطر این چنین ترسان شدست ** تا که بر مجرم چه‌ها خواهند بست
  • Mustafa’nın ceddi Abdülmuttalib’in Halime’nin Muhammed aleyhisselâm’ı kaybettiğini, şehrin etrafında dönüp dolaşarak aradığını ve Kâbe’de ağlayıp sızladığını, Allah’tan Muhammed aleyhisselâm’ı bulmayı niyaz ettiğini duyması
  • خبر یافتن جد مصطفی عبدالمطلب از گم کردن حلیمه محمد را علیه‌السلام و طالب شدن او گرد شهر و نالیدن او بر در کعبه و از حق درخواستن و یافتن او محمد را علیه‌السلام
  • Mustafa’nın ceddi, Halime’nin halini, halk içinde ağlayıp sızladığını,
  • چون خبر یابید جد مصطفی ** از حلیمه وز فغانش بر ملا
  • Sesi, bir millik mesafeye yetişecek kadar feryat ve figan ettiğini duyunca,
  • وز چنان بانگ بلند و نعره‌ها ** که بمیلی می‌رسید از وی صدا
  • İşi anladı... eliyle göğsünü yumruklamaya, bağırıp ağlamaya koyuldu. 985
  • زود عبدالمطلب دانست چیست ** دست بر سینه همی‌زد می‌گریست
  • Derken yana yakıla Kâbe kapısına gelip dedi ki: “Ey gece sırlarını da, gündüzün gizlenen işleri de bilen Allah!
  • آمد از غم بر در کعبه بسوز ** کای خبیر از سر شب وز راز روز
  • Kendimde bir hüner, bir marifet görmüyorum ki senin gibisiyle sırdaş olayım.
  • خویشتن را من نمی‌بینم فنی ** تا بود هم‌راز تو هم‌چون منی
  • Kendimde bir ehliyet görmüyorum ki bu kutlu kapıda makbule geçeyim.
  • خویشتن را من نمی‌بینم هنر ** تا شوم مقبول این مسعود در
  • Ne başımda bir değer var, ne secdemde... Ne de ağlamamla bir devlet gülümser benim.
  • یا سر و سجده‌ی مرا قدری بود ** یا باشکم دولتی خندان شود
  • Ancak o eşi bulunmaz tek incinin yüzünde senin lütuf eserlerini görmüşüm ey kerem sahibi Allah’ım. 990
  • لیک در سیمای آن در یتیم ** دیده‌ام آثار لطفت ای کریم
  • O bizden ama bize benzemiyor... Biz hep bakırız, Ahmet kimya!
  • که نمی‌ماند به ما گرچه ز ماست ** ما همه مسیم و احمد کیمیاست
  • Onda gördüğüm şaşılacak şeyleri ne bir dostta gördüm ben, ne bir düşmanda!
  • آن عجایبها که من دیدم برو ** من ندیدم بر ولی و بر عدو
  • Bu çocuğa ihsan ettiğin faziletleri, birisi yüzyıl mücadelede bulunsa elde edemez”, nişanesini bile bulamaz.
  • آنک فضل تو درین طفلیش داد ** کس نشان ندهد به صد ساله جهاد
  • Senin ona olan inayetlerini iyice gördüm... Anladım ki o senin denizinin biricik incisi!
  • چون یقین دیدم عنایتهای تو ** بر وی او دریست از دریای تو
  • Ben de işte sana onu şefaatçi getirmedeyim... Onun yüzü suyu hürmetine ey herkesin halini bilen Allah, o ne haldedir; bana bildir! 995
  • من هم او را می شفیع آرم به تو ** حال او ای حال‌دان با من بگو
  • Kâbe içinden derhal bir ses geldi: “şimdi sana yüz gösterecek!
  • از درون کعبه آمد بانگ زود ** که هم‌اکنون رخ به تو خواهد نمود
  • O yüzlerce devletle bizden nasip almıştır... Yüzlerce bölük melek, onu korumadadır.
  • با دو صد اقبال او محظوظ ماست ** با دو صد طلب ملک محفوظ ماست
  • Onun zahirini, âleme meşhur edeceğiz... bâtınını da herkes den gizleyeceğiz!
  • ظاهرش را شهره‌ی گیهان کنیم ** باطنش را از همه پنهان کنیم
  • Su ve toprak altın madeniydi; bizse kuyumcuyuz... Gâh onu halhal yaparız, gâh yüzük!
  • زر کان بود آب و گل ما زرگریم ** که گهش خلخال و گه خاتم بریم