- Gece gündüz yüzlerce gönülle o topraktan meydana gelen güzeli öpüp durman, onda güzelliğin bir zerresi bulunduğundandır.
- جرعه حسنست اندر خاک گش ** که به صد دل روز و شب میبوسیش
- Seni, toprakla karışmış bir yudumcuk güzellik şarabı böyle deli divane ediyor, artık onun safı neler yapmaz? 375
- جرعه خاک آمیز چون مجنون کند ** مر ترا تا صاف او خود چون کند
- Herkes bir kerpiç parçasının önünde yenini, yakasını yırtmakta. Halbuki o kerpiç, güzelliğin bir yudumcuğuna, bir zerreciğine sahip.
- هر کسی پیش کلوخی جامهچاک ** که آن کلوخ از حسن آمد جرعهناک
- Ayda, güneşte, hamel burcunda bir yudumcuk güzellik şarabı var. Arşta kürsüde, zuhal yıldızında bir zerrecik güzellik var.
- جرعهای بر ماه و خورشید و حمل ** جرعهای بر عرش و کرسی و زحل
- Ona bir yudum mu dersin, yoksa şaşılacak bir şey bu kimya mı dersin? Ona bir sürtünmekle bu kadar güzellikler meydana geliyor.
- جرعه گوییش ای عجب یا کیمیا ** که ز اسیبش بود چندین بها
- Ey akıllı kişi ona sürtünmeyi can ve gönülden dile. Fakat bu kimyaya “Ancak temiz olanlar dokunabilirler.”
- جد طلب آسیب او ای ذوفنون ** لا یمس ذاک الا المطهرون
- Altında, lâ’lde, incilerde o güzellik şarabından bir yudumcuk var; şarapta, mezede, meyvede o şaraptan bir yudumcuk! 380
- جرعهای بر زر و بر لعل و درر ** جرعهای بر خمر و بر نقل و ثمر
- Tertemiz güzellerin yüzlerinde de yine bir yudumcuk. Artık onun süzülmüş ve saf olanı nasıldır? Bir düşün!
- جرعهای بر روی خوبان لطاف ** تا چگونه باشد آن راواق صاف
- Bu toprakla karışık bir yudumcuk şarabı yalayıp durmaktasın, onu toprağa karışmamış, saf bir halde görürsen ne hale geleceksin?
- چون همی مالی زبان را اندرین ** چون شوی چون بینی آن را بی ز طین
- Ölüm zamanında o bir yudumcuk saf şarap, bu toprak bedenden ölümle ayrılmakta.
- چونک وقت مرگ آن جرعهی صفا ** زین کلوخ تن به مردن شد جدا
- Geri kalanı hemen görmüyorsun. Böyle çirkin bir beden onunla bak ne hale geliyormuş!
- آنچ میماند کنی دفنش تو زود ** این چنین زشتی بدان چون گشته بود
- Can bunlardan ten olmadan yüz gösterse o vuslattaki letafeti ben anlatamam ki! 385
- جان چو بی این جیفه بنماید جمال ** من نتانم گفت لطف آن وصال
- Ay, şu bulut olmaksızın ışık salsa onu kimsecikler anlatamaz!
- مه چو بیاین ابر بنماید ضیا ** شرح نتوان کرد زان کار و کیا
- Ne hoştur o tatlılarla, şekerlerle dolu olan mutfak. Şu padişahlar o mutfağı yalayıp dururlar.
- حبذا آن مطبخ پر نوش و قند ** کین سلاطین کاسهلیسان ویند
- Ne güzeldir o din ovasının harmanı. Her harman oradan başak devşirir.
- حبذا آن خرمن صحرای دین ** که بود هر خرمن آن را دانهچین
- Ne alâdır gamsız, kedersiz ömür denizi. Yedi denizde ondan meydana gelmiş bir çiğ tanesidir.
- حبذا دریای عمر بیغمی ** که بود زو هفت دریا شبنمی
- Elest sakisi, şu aşağılık ve çorak yeryüzünde bir yudumcuk saçmıştır da, 390
- جرعهای چون ریخت ساقی الست ** بر سر این شوره خاک زیردست
- Toprak, o sebeple coşmuştur; biz de o yüzden coştuk. Allahm, pek isteksiz, pek tembel olduk, bir yudumcuk daha saç!
- جوش کرد آن خاک و ما زان جوششیم ** جرعهی دیگر که بس بیکوششیم
- Caizse yokluktan feryat ediyor, yokluğu anlatmaya çalışıyorum. Caiz değilse işte sustum.
- گر روا بد ناله کردم از عدم ** ور نبود این گفتنی نک تن زدم
- Bu, iki kat hırsı anlatmaydı ya... Halil’den öğren o hırs kazını kesmek gerek.
- این بیان بط حرص منثنیست ** از خلیل آموز که آن بط کشتنیست
- Kazada bundan başka daha bir çok hayır, şer var ama başka sözleri söyleyemem, vakit kalmaz diye ürküyorum.
- هست در بط غیر این بس خیر و شر ** ترسم از فوت سخنهای دگر
- Tavus kuşunun tabiatı ve İbrahim aleyhisselam’ın onu kesmesindeki sebep
- صفت طاوس و طبع او و سبب کشتن ابراهیم علیهالسلام او را
- Şimdi ad san için cilvelenip duran iki renkli tavusa geldik. 395
- آمدیم اکنون به طاوس دورنگ ** کو کند جلوه برای نام و ننگ
- Onun gayreti, sonucundan ve faydasından habersiz bir halde halkı, hayırla şerle avlamaktır.
- همت او صید خلق از خیر و شر ** وز نتیجه و فایدهی آن بیخبر
- Tuzak gibi av tutup durur. Tuzağın maksada ait ne bilgisi vardır?
- بیخبر چون دام میگیرد شکار ** دام را چه علم از مقصود کار
- Tuzağın, av tutmaktan ne zararı vardır, ne faydası; onun bu beyhude tutuşuna şaşarım işte ben.
- دام را چه ضر و چه نفع از گرفت ** زین گرفت بیهدهش دارم شگفت