- Fakat nuru olmayan kişi, meyvesiz bağdır. Güz onu alt üst eder.
- وآنک آنش نیست باغ بیثمر ** که خزانش میکند زیر و زبر
- Gülü kalmaz, kara,kara dikenleri kalır. Saman yığını gibi sararır, mahsulsüz bir hale gelir.
- گل نماند خارها ماند سیاه ** زرد و بیمغز آمده چون تل کاه
- Tanrım o bağ ne kusurda bulundu ki o güzelim elbiselerden ayrıldı?
- تا چه زلت کرد آن باغ ای خدا ** که ازو این حلهها گردد جدا
- Kendisini gördü. Kendisini görmek, öldürücü bir zehirdir ey sınanan kişi kendine gel! 980
- خویشتن را دید و دید خویشتن ** زهر قتالست هین ای ممتحن
- Aşkından alemin ağlayıp inlediği güzeli, ne suçu var ki herkes kendinden uzaklaştırır.
- شاهدی کز عشق او عالم گریست ** عالمش میراند از خود جرم چیست
- Suçu şu: Süsü, püsü iğretidir. Öyle olduğu halde bu elbiseler benimdir diye davaya kalkışır.
- جرم آنک زیور عاریه بست ** کرد دعوی کین حلل ملک منست
- Onu alalım da yakinen bilsin, harman bizimdir, güzellerse tanesini toplarlar.
- واستانیم آن که تا داند یقین ** خرمن آن ماست خوبان دانهچین
- Bilsin ki o süs, püs iğretidir. O varlık güneşinin bir ışığıdır.
- تا بداند کان حلل عاریه بود ** پرتوی بود آن ز خورشید وجود
- O güzellik, kudret, fazilet ve hüner, güzellik güneşindendir, bu tarafa gelmiş vurmuştur. 985
- آن جمال و قدرت و فضل و هنر ** ز آفتاب حسن کرد این سو سفر
- O güneşin ışığı, yıldızlar gibi yine şu vurduğu duvarlardan çekilir gider.
- باز میگردند چون استارها ** نور آن خورشید ازین دیوارها
- Güneşin ışığı gitti mi her duvar, kapkara, karanlık bir halde kala kalır.
- پرتو خورشید شد وا جایگاه ** ماند هر دیوار تاریک و سیاه
- Güzellerin yüzünde insanı hayran eden nur, üç renkli camdan vuran güneşin ışığıdır.
- آنک کرد او در رخ خوبانت دنگ ** نور خورشیدست از شیشهی سه رنگ
- Renk,renk camlar o nuru bize çeşit renkli göstermededir.
- شیشههای رنگ رنگ آن نور را ** مینمایند این چنین رنگین بما
- Renk,renk camlar kalmadı mı, o vakitler seni renksiz nur hayran eder. 990
- چون نماند شیشههای رنگرنگ ** نور بیرنگت کند آنگاه دنگ
- Nuru, camsız görmeyi adet edin de cam kırılınca kör kalmayasın.
- خوی کن بیشیشه دیدن نور را ** تا چو شیشه بشکند نبود عمی
- Öğrenilmiş, bellenmiş bilgiye kani olmuş, gözünü başkasının nuru ile aydınlatmışsın.
- قانعی با دانش آموخته ** در چراغ غیر چشم افروخته
- O da, o ışığı iğreti aldığını bilesin diye senden mumunu kapıverir.
- او چراغ خویش برباید که تا ** تو بدانی مستعیری نیفتا
- Fakat sen şükreder, çalışıp çabalarsan gam yeme. Sana bunun gibi yüzlercesini verir.
- گر تو کردی شکر و سعی مجتهد ** غم مخور که صد چنان بازت دهد
- Şükretmiyorsan artık kan ağla. Çünkü o güzellik kafirden ayrılmıştır. 995
- ور نکردی شکر اکنون خون گری ** که شدست آن حسن از کافر بری
- Küfre ümmet olanların işleri borçtur. İmana ümmet olanların kalpleri temizdir, özleri halistir.
- امة الکفران اضل اعمالهم ** امة الایمان اصلح بالهم
- Şükür etmeyenden güzellikte kaybolur, hüner ve sanat da. Artık bir daha ondan bir eser bile göremez.
- گم شد از بیشکر خوبی و هنر ** که دگر هرگز نبیند زان اثر
- Akrabalık akraba olmayış, şükür ve sevgi, öyle bir gider ki bir daha aklına bile gelmez.
- خویشی و بیخویشی و سکر وداد ** رفت زان سان که نیاردشان به یاد
- Ey kafirler, “Yaptıkları işledikleri boştur” ayeti, her murada erişmiş kişinin elinden o muradın, o maksadın çıkıp gitmesidir.
- که اضل اعمالهم ای کافران ** جستن کامست از هر کامران
- Yalnız şükür ehliyle vefa sahiplerinin elde ettikleri kaybolmaz. Çünkü devlet, onların arkalarındadır. 1000
- جز ز اهل شکر و اصحاب وفا ** که مریشان راست دولت در قفا
- Elden giden devlet, nereden kuvvet verecek? İnsana kuvvet ve kudret, gelecek devletten gelir.
- دولت رفته کجا قوت دهد ** دولت آینده خاصیت دهد