- Adam, kâğıtçı dükkânına geldi. Meşk kâğıtlarına el attı.
- جانب دکان وراق آمد او ** دست میبرد او به مشقش سو به سو
- O yazılı kâğıt, çabucak gözüne ilişti, Hâtif’in söylediği âlametlerin hepside o kâğıtta vardı.
- پیش چشمش آمد آن مکتوب زود ** با علاماتی که هاتف گفته بود
- Kâğıdı koltuğuna koyup hayırlı pazarlar olsun usta, ben gidiyorum artık, dedi. 1925
- در بغل زد گفت خواجه خیر باد ** این زمان وا میرسم ای اوستاد
- Tenha bir bucağa çekildi, kâğıdı okudu. Âdeta şaşırdı kaldı.
- رفت کنج خلوتی و آن را بخواند ** وز تحیر واله و حیران بماند
- Bir definenin yerini göstermekte olan böyle bir değer biçilmez kâğıt, meşk kâğıtlarının arasına nasıl girmişti?
- که بدین سان گنجنامهی بیبها ** چون فتاده ماند اندر مشقها
- Sonra aklına şu geldi: Her şeyi koruyan, Allahdır.
- باز اندر خاطرش این فکر جست ** کز پی هر چیز یزدان حافظست
- Koruyucu Allah, nasıl olur da birisinin, abes yere bir şey aşırmasına müsaade eder?
- کی گذارد حافظ اندر اکتناف ** که کسی چیزی رباید از گزاف
- Ova, baştanbaşa altınla, para ile dolu olsa hiç kimse, Allahnın izni olmadıkça bir arpa bile alamaz. 1930
- گر بیابان پر شود زر و نقود ** بی رضای حق جوی نتوان ربود
- Tutulmadan, kekelemeden yüzlerce kitap okusan Allah taktir etmediyse aklında hiçbir şey kalmaz.
- ور بخوانی صد صحف بی سکتهای ** بی قدر یادت نماند نکتهای
- Fakat Allah’ya kulluk edersen bir kitap bile okumadan yeninden, yakandan duyulmadık bilgiler bulursun.
- ور کنی خدمت نخوانی یک کتاب ** علمهای نادره یابی ز جیب
- Musa’nın avucu, koynundan ziyalandı, nurlar saçtı; nuru, gökyüzündeki aydan da üstündü.
- شد ز جیب آن کف موسی ضو فشان ** کان فزون آمد ز ماه آسمان
- Bu heybetli gökyüzünden dilediğin, ey Musa, koynundan baş gösterdi.
- کانک میجستی ز چرخ با نهیب ** سر بر آوردستت ای موسی ز جیب
- Bil ki yüce gökler, insanın anladığı şeylerin aksidir; gökler, o akisten ibarettir. 1935
- تا بدانی که آسمانهای سمی ** هست عکس مدرکات آدمی
- Yüce ulu Allah’nın eli, iki âlemden de önce aklı yaratmadı mı?
- نی که اول دست برد آن مجید ** از دو عالم پیشتر عقل آفرید
- Bu söz, hem apaçıktır, hem de pek gizli. Çünkü sinek, ankaya mahrem olamaz.
- این سخن پیدا و پنهانست بس ** که نباشد محرم عنقا مگس
- Oğul, yine hikâyeye dön de defineyle o yoksulun kıssasını tamamla.
- باز سوی قصه باز آ ای پسر ** قصهی گنج و فقیر آور به سر
- Yoksul ve definenin bulunduğu yer
- تمامی قصهی آن فقیر و نشان جای آن گنج
- Kâğıtta şu yazılıydı: Bil ki şehrin dışında bir define var.
- اندر آن رقعه نبشته بود این ** که برون شهر گنجی دان دفین
- İçinde mezar olan filân kubbe var ya. Hani arkası şehre, kapısı Ferkat yıldızına karşı. 1940
- آن فلان قبه که در وی مشهدست ** پشت او در شهر و در در فدفدست
- O türbeyi ardına al, yüzünü kıbleye çevir. Sonra yayla bir ok at.
- پشت با وی کن تو رو در قبله آر ** وانگهان از قوس تیری بر گذار
- Kutlu kişi, yaydan oku attın mı okun düştüğü yeri kaz!
- چون فکندی تیر از قوس ای سعاد ** بر کن آن موضع که تیرت اوفتاد
- O yiğit kuvvetli bir yay aldı, oku boşluğa doğru attı.
- پس کمان سخت آورد آن فتی ** تیر پرانید در صحن فضا
- Derhal kazma kürek getirdi. Sevine,sevine okunun düştüğü yeri kazmaya koyuldu.
- زو تبر آورد و بیل او شاد شاد ** کند آن موضع که تیرش اوفتاد
- Hem kendi körleşti, hem kazması, küreği. Fakat gizli defineden hiçbir eser görünmedi. 1945
- کند شد هم او و هم بیل و تبر ** خود ندید از گنج پنهانی اثر
- Böylece her gün ok atıyor, düştüğü yeri kazıyor, fakat bir türlü definenin yerini bulamıyordu.
- همچنین هر روز تیر انداختی ** لیک جای گنج را نشناختی
- Bunu âdet edindi. Daima orayı burayı kazıp durduğundan şehre bir dedikodudur yayıldı, iş halkın ağzına düştü.
- چونک این را پیشه کرد او بر دوام ** فجفجی در شهر افتاد و عوام
- Definenin halkın ağzına düşmesi ve padişah tarafından duyulması
- فاش شدن خبر این گنج و رسیدن به گوش پادشاه