- Mülkün sahibi O’dur. Bir Yusuf’a güzellik saltanatını verir de onu ak buluttan yağan lâtif yağmura döndürür. 3055
- مالک الملک است بدهد ملک حسن ** یوسفی را تا بود چون ماء مزن
- Bir yüze bir yıldız parlaklığı ihsan ederde koca bir padişah bir kızın kölesi kesilir.
- در رخی بنهد شعاع اختری ** که شود شاهی غلام دختری
- Bir başkasının yüzüne kendi nurunu verir, o adam, gece yarısı her iyiyi her kötüyü görür.
- بنهد اندر روی دیگر نور خود ** که ببیند نیمشب هر نیک و بد
- Yusuf’la Musa, Tanrı nuruna sahip oldular, yüzlerinde, gönüllerinde o nur parladı.
- یوسف و موسی ز حق بردند نور ** در رخ و رخسار و در ذات الصدور
- Musa’nın yüzü, öyle bir nur saçtı ki nihayet yüzüne bir nikap tutunmaya mecbur oldu.
- روی موسی بارقی انگیخته ** پیش رو او توبره آویخته
- Yüzünün nuru âdeta hücum eden yılanın gözünü zümrüt nasıl alırsa gözleri öyle almaktaydı. 3060
- نور رویش آنچنان بردی بصر ** که زمرد از دو دیدهی مار کر
- Musa, o kuvvetli nuru örtmek üzere Tanrı’dan nikap istedi.
- او ز حق در خواسته تا توبره ** گردد آن نور قوی را ساتره
- Tanrı da o nikabı, yürü, var, kiliminden yap. Çünkü o, emniyet sahibi bir ârifin elbisesidir.
- توبره گفت از گلیمت ساز هین ** کان لباس عارفی آمد امین
- O elbise Tanrı nurundan bir sabra nail olmuştur, dokumasında can nuru vardır.
- کان کسا از نور صبری یافتست ** نور جان در تار و پودش تافتست
- Böyle bir hırkadan başka bir şeyle korunamazsın. Nurumuza, ondan başka hiçbir şey tahammül edemez.
- جز چنین خرقه نخواهد شد صوان ** نور ما را بر نتابد غیر آن
- Kafdağı bile o nura mâni olmaya kalkışsa o nur, Kafdağı’nı da Tur gibi parçalar dedi. 3065
- کوه قاف ار پیش آید بهرسد ** همچو کوه طور نورش بر درد
- Erlerin bedenlerine Tanrı kudretinin yüceliği öyle bir tahammül vermiştir ki neliksiz niteliksiz Tanrı nuruna dayanırlar.
- از کمال قدرت ابدان رجال ** یافت اندر نور بیچون احتمال
- Tur dağının zerresine tahammül etmediği nur, Tanrı kudretiyle bir sırçayı yer eder.
- آنچ طورش بر نتابد ذرهای ** قدرتش جا سازد از قارورهای
- Kandil duracak yer ve bir sırça kandil, Kafdağı ile Tur’u paramparça eden nura mekân olur.
- گشت مشکات و زجاجی جای نور ** که همیدرد ز نور آن قاف و طور
- Onların bedenlerini kandil konacak yer, gönüllerini de sırça bil. Bu kandilin nuru, arşa da vurur, göklere de.
- جسمشان مشکات دان دلشان زجاج ** تافته بر عرش و افلاک این سراج
- Arşın ve göklerin nuru, bu nura karşı şaşırıp kalır, kuşluk çağındaki yıldız gibi yok olur gider. 3070
- نورشان حیران این نور آمده ** چون ستاره زین ضحی فانی شده
- Peygamberlerin sonuncusu, bunu hiçbir an zevali olmayan padişahlar padişahından nakletmiştir.
- زین حکایت کرد آن ختم رسل ** از ملیک لا یزال و لم یزل
- Tanrı demiştir ki: Ben göklere, boşluğa, yüce akıllarla nefislere sığmadım da,
- که نگنجیدم در افلاک و خلا ** در عقول و در نفوس با علا
- Konuk gibi vardım, müminin gönlünde keyfiyetsiz, mahiyeti anlaşılmaz bir şekilde yurt tuttum, oraya konuk oldum.
- در دل مومن بگنجیدم چو ضیف ** بی ز چون و بی چگونه بی ز کیف
- Bu gönül vasıtası ile yücelerde bulunanlar da benden padişahlılar, baht ve devletler bulurlar, aşağıda bulunanlar da.
- در دل مومن بگنجیدم چو ضیف ** بی ز چون و بی چگونه بی ز کیف
- Böyle bir ayna olmadıkça güzelliğinden hiçbir şey görünmez, ne yeryüzünde, ne de zaman içinde nurum tecelli etmez. 3075
- بیچنین آیینه از خوبی من ** برنتابد نه زمین و نه زمن
- İki âleme de merhamet atını sürdüm de geniş bir ayna düzdüm.
- بر دو کون اسپ ترحم تاختیم ** پس عریض آیینهای بر ساختیم
- Her an bu aynadan elli düğün halkı doyar. Aynayı işit fakat nasıldır? Sorma!
- هر دمی زین آینه پنجاه عرس ** بشنو آیینه ولی شرحش مپرس
- Hâsılı Musa’da bu elbiseden nikap yaptı, yüzünü örttü. Çünkü o yay gibi parlak nurun tesirini anlamıştı.
- حاصل این کزلبس خویشش پرده ساخت ** که نفوذ آن قمر را میشناخت
- Elbisesinden başka bir şeyden nikap yapsaydı sağlam ve yüce bir dağ olsa, hatta dağdan da sağlam bulunsa yine paramparça olurdu.
- گر بدی پرده ز غیر لبس او ** پاره گشتی گر بدی کوه دوتو