- Şu halde daima sevgilinin yüzüne bak. Babacığım, dinle, bu senin elindedir.
- پس هماره روی معشوقه نگر ** این به دست تست بشنو ای پدر
- Gönüllere girmeye yol bul, başkalarını düşünmeyi bırak.
- راه کن در اندرونها خویش را ** دور کن ادراک غیراندیش را
- Kimya elinde, deriyi bununla tedavi et de bu sıfatla düşmanları kendine dost edin!
- کیمیا داری دوای پوست کن ** دشمنان را زین صناعت دوست کن
- Güzelleştin mi o güzele ulaşırsın da o, ruhu kimsesizlikten kurtarır. 3100
- چون شدی زیبا بدان زیبا رسی ** که رهاند روح را از بیکسی
- Onun rutubeti can bahçelerini besler, yetiştirir. Soluğu gamdan ölmüş kişiyi diriltir.
- پرورش مر باغ جانها را نمش ** زنده کرده مردهی غم را دمش
- Yalnız aşağılık cihan saltanatını vermez, yüz binlerce çeşit çeşit saltanatlar bağışlar.
- نه همه ملک جهان دون دهد ** صد هزاران ملک گوناگون دهد
- Tanrı, Yusuf’a güzellik saltanatını bağışlamakla beraber bir de ders vermeden, meşk etmeden rüya yorma saltanatını bağışlamıştı.
- بر سر ملک جمالش داد حق ** ملکت تعبیر بیدرس و سبق
- Güzelliği onu zindana çekti, bilgisi de Zuhal yıldızına dek yüceltti onu.
- ملکت حسنش سوی زندان کشید ** ملکت علمش سوی کیوان کشید
- Bu bilgi ve hüner yüzünden padişah, ona kul oldu. Bilgi padişahlığı, güzellik saltanatından da üstün oldu ve takdir edildi. 3105
- شه غلام او شد از علم و هنر ** ملک علم از ملک حسن استودهتر
- Borçlu adamın, o muhtesibin yardımını umarak Tebriz’e gelmesi
- رجوع کردن به حکایت آن شخص وام کرده و آمدن او به امید عنایت آن محتسب سوی تبریز
- O dertlere uğramış garip de borç korkusu ile yola düştü, o esenlik yurduna hareket etti.
- آن غریب ممتحن از بیم وام ** در ره آمد سوی آن دارالسلام
- Tebriz’e gül bahçelerinin yurduna yöneldi. Ve gül bahçesinde sırt üstü yatarak ümit uykusuna dalmıştı.
- شد سوی تبریز و کوی گلستان ** خفته اومیدش فراز گل ستان
- Şimdi, yüce Tebriz ülkesinden, o saltanat yurdundan parlayıp aydınlanmakta, nura nur katmaktaydı.
- زد ز دارالملک تبریز سنی ** بر امیدش روشنی بر روشنی
- O erlerin oturduğu bahçeyi görünce canı gülüyor Yusuf’un kokusunu alıyor, vuslat Mısrını duyuyordu.
- جانش خندان شد از آن روضهی رجال ** از نسیم یوسف و مصر وصال
- Dedi ki: Ey deveyi süren, devemi ıhlat, bana yardım geldi, yoksulluğun uçup gitti. 3110
- گفت یا حادی انخ لی ناقتی ** جاء اسعادی و طارت فاقتی
- Çök ey devem, işler güzelleşti. Şüphe yok ki Tebriz, gönüllerin çöktükleri bir yurttur.
- ابرکی یا ناقتی طاب الامور ** ان تبریزا مناخات الصدور
- Ey devem bahçelerin kenarlarında yayıl. Tebriz, bize ne güzel de bir feyiz yeri ya!
- اسرحی یا ناقتی حول الریاض ** ان تبریزا لنا نعم المفاض
- Ey deveci develerin yükünü çöz. Burası Tebriz şehri, gül bahçelerinin bulunduğu yer.
- ساربانا بار بگشا ز اشتران ** شهر تبریزست و کوی گلستان
- Bu bağda cennet parlaklığı, cennet güzelliği var. Bu Tebriz’de arş nuru var.
- فر فردوسیست این پالیز را ** شعشعهی عرشیست این تبریز را
- Her an Tebrizlilere arşın yücesinden cana canlar katan bir koku gelmededir. 3115
- هر زمانی نور روحانگیز جان ** از فراز عرش بر تبریزیان
- O garip, muhtesibin evini arayınca halk dediler ki: O dost, vefat etti.
- چون وثاق محتسب جست آن غریب ** خلق گفتندش که بگذشت آن حبیب
- Evvelsi gün dünya yurdundan göçtü. Onun ölümü yüzünden erkeğin yüzü de sapsarı, kadının yüzü de.
- او پریر از دار دنیا نقل کرد ** مرد و زن از واقعهی او رویزرد
- O arş tavusuna hatiflerden arş kokusu geldi, o da arşa gitti.
- رفت آن طاوس عرشی سوی عرش ** چون رسید از هاتفانش بوی عرش
- Halk, onun gölgesine sığınırdı. Fakat güneş, o gölgeyi tez tez dürüverdi.
- سایهاش گرچه پناه خلق بود ** در نوردید آفتابش زود زود
- Evvelsi gün, bu kıyıdan gemisini sürdü. O büyük zat, bu gam yurduna doymuştu zaten. 3120
- راند او کشتی ازین ساحل پریر ** گشته بود آن خواجه زین غمخانه سیر
- Garip bunu duyunca bir nâra attı, kendisinden geçip gitti. Sanki o da, muhtesibin ardından can verdi.
- نعرهای زد مرد و بیهوش اوفتاد ** گوییا او نیز در پی جان بداد