- Adam, Tanrı'ya secdeler, rükûlar ederek, hamiklerde, şükürlerde bulunarak Mısır' dan ta Bağdat' a döndü.
- باز گشت از مصر تا بغداد او ** ساجد و راکع ثناگر شکرگو
- Bütün yolda muradına böyle ters taraftan eriştiğine, maksadının böyle tuhaf bir tarzda elde edildiğine şaşıyor, sarhoş bir halde yol yürüyordu.
- جمله ره حیران و مست او زین عجب ** ز انعکاس روزی و راه طلب
- Diyordu ki: Beni nereden ümitlendirdi, nereden mal mülk verdi?
- کر کجا اومیدوارم کرده بود ** وز کجا افشاند بر من سیم و سود
- Bu ne hikmetti ki murat kıblemi başka yerde sandım, yolumu yitirim, neşeli bir halde evimden çıktım.
- این چه حکمت بود که قبلهی مراد ** کردم از خانه برون گمراه و شاد
- Koşa koşa sapıklık yoluna düştüm. Her an dileğimden biraz daha uzaklaşıyormuşum meğerse. 4340
- تا شتابان در ضلالت میشدم ** هر دم از مطلب جداتر میبدم
- Sonradan yine Tanrı, o sapıklığı, keremiyle lütuf haline getirdi, beni doğru yola götürmeye vesile etti.
- باز آن عین ضلالت را به جود ** حق وسیلت کرد اندر رشد و سود
- Sapıklığı iman yolu yapar, eğri gidişi ihsan mahsulünün devşirme çağı kılar.
- گمرهی را منهج ایمان کند ** کژروی را محصد احسان کند
- Bu suretle de hiçbir ihsan sahibinin korkudan emin olmamasını, hiçbir hainin de ricadan el çekmemesini diler.
- تا نباشد هیچ محسن بیوجا ** تا نباشد هیچ خاین بیرجا
- Kendisine gizli lütuf sahibi densin diye zehir içine tiryak gizler.
- اندرون زهر تریاق آن حفی ** کرد تا گویند ذواللطف الخفی
- Namazda bile gizli olmayan lütuf ve keremi, namazda bile bulunmayan o yargılamayı günaha vermiştir. 4345
- نیست مخفی در نماز آن مکرمت ** در گنه خلعت نهد آن مغفرت
- İnkâr edenler, güvenilir, yüce kişileri aşağılamayı kasdettiler. Fakat bu aşağılama, yüceliğin tâ kendisi oldu, mucizelerin zuhuruna sebep kesildi.
- منکران را قصد اذلال ثقات ** ذل شده عز و ظهور معجزات
- Onların inkârdan kasıtları, dini aşağılamaydı; fakat bu aşağılamanın ta kendisi, peygamberlerin yüceliğini izhar etti.
- قصدشان ز انکار ذل دین بده ** عین ذل عز رسولان آمده
- Kötü kişilerin inkârı olmasaydı mucizenin meydana gelmesine ne lüzum vardı?
- گر نه انکار آمدی از هر بدی ** معجزه و برهان چرا نازل شدی
- İnkâr eden düşman, doğrunun ispatını istemeseydi kadı, tanık istemeye kalkışır mıydı?
- خصم منکر تا نشد مصداقخواه ** کی کند قاضی تقاضای گواه
- Mucize, dâva sahibinin doğruluğunu şüphesiz olarak ispat eden bir tanıktır. 4350
- معجزه همچون گواه آمد زکی ** بهر صدق مدعی در بیشکی
- Hakikati tanıyamayanlar, peygamberleri kınadılar da Tanrı, o yüzden onlara lûtufta bulundu, mucizeler verdi.
- طعن چون میآمد از هر ناشناخت ** معجزه میداد حق و مینواخت
- Firavun'un hilesi, üç yüz kattı. Fakat hepsi de kendisinin aşağılanmasına, kökünün kazınmasına sebeboldu.
- مکر آن فرعون سیصد تو بده ** جمله ذل او و قمع او شده
- Musa'nın mucizesini bozmak, hiçlemek için iyi, kötü, bütün büyücüleri getirdi.
- ساحران آورده حاضر نیک و بد ** تا که جرح معجزهی موسی کند
- Bu suretle asa mucizesini bâtıl ve rüsvay etmek, gönüllerdeki itibarını, kökünden söküp çıkarmak diledi.
- تا عصا را باطل و رسوا کند ** اعتبارش را ز دلها بر کند
- Halbuki o hile, Musa'nın mucizesinin zuhuruna sebeboldu, asanın itibarını bir kat daha artırdı. 4355
- عین آن مکر آیت موسی شود ** اعتبار آن عصا بالا رود
- Musa ile kavmini mahvetmek için Nil kıyısına kadar asker çekti.
- لشکر آرد او پگه تا حول نیل ** تا زند بر موسی و قومش سبیل
- Halbuki bu, Musa ümmetinin emin olmasına, kendisinin yerin dibine, helak çölüne gitmesine sebeboldu.
- آمنی امت موسی شود ** او به تحتالارض و هامون در رود
- Firavun, Mısır'da kalsaydı, oraya gelmeseydi Musa kavminin vehmi, nasıl geçerdi?
- گر به مصر اندر بدی او نامدی ** وهم از سبطی کجا زایل شدی
- Ardlarına düştü, Musa kavmini âdeta eritti, yaktı yandırdı. Tanrı, bu suretle emniyet, bil ki korkudandır dedi.
- آمد و در سبط افکند او گداز ** که بدانک امن در خوفست راز
- Gizli lütuf ona derler ki hiçbir şeye muhtaç olmayan Tanrı, ateş gösterir, halbuki nurdur. 4360
- آن بود لطف خفی کو را صمد ** نار بنماید خود آن نوری بود