- Sarhoş bir halde Çin padişahının huzuruna geldi. Sarhoşçasına derhal yeri öptü.
- اندر آمد مست پیش شاه چین ** زود مستانه ببوسید او زمین
- Zaten onların derdi ve titreyişi, önceden de bir bir padişaha malûmdu, sonradan da.
- شاه را مکشوف یک یک حالشان ** اول و آخر غم و زلزالشان
- Koyun, otlakta otlamakla oyalanır ama çoban, koyunun halini bilir.
- میش مشغولست در مرعای خویش ** لیک چوپان واقفست از حال میش
- "Hepiniz çobansınız ve size tâbi olanlardan mesulsünüz" diyen, sürünün halini bilir. Ot mu otluyor, yoksa bir savaşa mı düştü? Bundan haberdardır. 4395
- کلکم راع بداند از رمه ** کی علفخوارست و کی در ملحمه
- Görünüşte sürüden uzaktadır ama tef gibi düğünün içindedir.
- گرچه در صورت از آن صف دور بود ** لیک چون دف در میان سور بود
- Onların yanışından, alevinden haberdardır. Yalnız öylece durması lâzımdır da onun için aldırmaz gibi görünür.
- واقف از سوز و لهیب آن وفود ** مصلحت آن بد که خشک آورده بود
- O yüce padişah da onların içindeydi âdeta. Fakat mahsustan kendisini bilmiyor göstermekteydi.
- در میان جانشان بود آن سمی ** لک قاصد کرده خود را اعجمی
- Tencerenin sonu, ateşin görünüşüne bağlıdır. Fakat ateşin mânası, hakikati, tesiri, tencerenin canındadır.
- صورت آتش بود پایان دیگ ** معنی آتش بود در جان دیگ
- Sureti dışardadır, mânası içerde. Candan sevilen sevgilinin hakikati, kan gibi damarların içindedir. 4400
- صورتش بیرون و معنیش اندرون ** معنی معشوق جان در رگ چو خون
- Şehzade, padişahın huzurunda diz çöktü. On tane muarrif, onun halini anlatmaya koyuldu.
- شاهزاده پیش شه زانو زده ** ده معرف شارح حالش شده
- Padişah, önceden onu, geçirdiği ahvali tamamiyle biliyordu ama muarrif de kendisine verilen vazifeyi yapmaktaydı.
- گرچه شه عارف بد از کل پیش پیش ** لیک میکردی معرف کار خویش
- Ey temiz adam, gönlündeki bir zerre irfan nuru, yüzlerce muarriften iyidir.
- در درون یک ذره نور عارفی ** به بود از صد معرف ای صفی
- Kulağını muarrife vermek, perde ardında olmaya, vehme, zanna düşmeye delildir.
- گوش را رهن معرف داشتن ** آیت محجوبیست و حزر و ظن
- Kim can gözüyle görürse gözü, her şeyi apaçık görür. 4405
- آنک او را چشم دل شد دیدبان ** دید خواهد چشم او عین العیان
- Canı, halkın tevatürüyle kanaat etmez, inancı, gönül gözünden meydana gelir.
- با تواتر نیست قانع جان او ** بل ز چشم دل رسد ایقان او
- Hâsılı muarrif, o seçilmiş padişahın huzurunda onun ahvalini anlatmak için ağzını açtı.
- پس معرف پیش شاه منتجب ** در بیان حال او بگشود لب
- Dedi ki: Padişahım, bu, senin ihsanına avlanmış; dışarıya atılmaya lâyık değil. Padişahlıkta bulun.
- گفت شاها صید احسان توست ** پادشاهی کن که بی بیرون شوست
- Elini, bu devletin terkisine atmış. Onun sarhoş başını elinle okşa.
- دست در فتراک این دولت زدست ** بر سر سرمست او بر مال دست
- Padişah dedi ki: 8u delikanlı, ne mevki isterse, hangi ülkeyi dilerse vereceğim. 4410
- گفت شه هر منصبی و ملکتی ** که التماسش هست یابد این فتی
- Terkettiği malın, mülkün yirmi katını, fazlasıyla ona bağışlayacağım.
- بیست چندان ملک کو شد زان بری ** بخشمش اینجا و ما خود بر سری
- Muarrif dedi ki: Senin padişahlığın, onun gönlüne aşk tohumunu ekeli senin sevginden başka bir havaya kapılmasına imkân mı var?
- گفت تا شاهیت در وی عشق کاشت ** جز هوای تو هوایی کی گذاشت
- Senin kulluğun, onu öyle bir hale getirmiştir ki padişahlık bile artık gönlüne soğuk gelmede.
- بندگی تش چنان درخورد شد ** که شهی اندر دل او سرد شد
- Padişahlığı da oynamış, yutulmuştur, şehzadeliği de. Senin ardına düşmüş, bir garip olmuştur.
- شاهی و شهزادگی در باختست ** از پی تو در غریبی ساختست
- O, âdeta bir sofidir, vecde gelmiş, hırkasını atmıştır. Artık bir daha hırkasını alır mı hiç? 4415
- صوفیست انداخت خرقه وجد در ** کی رود او بر سر خرقه دگر
- Verdiği hırkayı almak, pişman olmak, ben aldanmışım;
- میل سوی خرقهی داده و ندم ** آنچنان باشد که من مغبون شدم