- Cebrîlerin hileleri beni bağladı, tahta kılıçları vücudumu yordu.
- مکرهای جبریانم بسته کرد ** تیغ چوبینشان تنم را خسته کرد
- Bundan sonra ben artık o gürültüyü dinlemem. Onlar hep şeytanların, gulyabanilerin sesleri!
- زین سپس من نشنوم آن دمدمه ** بانگ دیوان است و غولان آن همه
- Ey gönül; durma, onları parçala, derilerini yüz. Zaten onlar deriden başka bir şey değildir!” diyordu. 1095
- بردران ای دل تو ایشان را مهایست ** پوستشان بر کن کشان جز پوست نیست
- Deriden maksat nedir? Renk renk lâflar… Su üstündeki, durmalarına imkân olmayan menevişler gibi.
- پوست چه بود گفتهای رنگ رنگ ** چون زره بر آب کش نبود درنگ
- Bu söz deri gibidir, mana onun içi; bu söz, ceset gibidir, mana, can.
- این سخن چون پوست و معنی مغز دان ** این سخن چون نقش و معنی همچو جان
- Kötü iç’in ayıbını deri örter; iyi iç’i de gayret dolayısıyla Gayb âlemi.
- پوست باشد مغز بد را عیب پوش ** مغز نیکو را ز غیرت غیب پوش
- Kalemin rüzgârdan, kâğıdın sudan olursa ne yazarsan derhal yok olur.
- چون قلم از باد بد دفتر ز آب ** هر چه بنویسی فنا گردد شتاب
- Manasız söz, su üstüne yazılan yazıdır. Ondan vefa umarsan iki elini ısırarak dönersin (pişman olur). 1100
- نقش آب است ار وفا جویی از آن ** باز گردی دستهای خود گزان
- Rüzgâr, insandaki heva ve arzudur. Heva ve hevesten geçersen Tanrı’nın haberi karlı, ondan haber alırsın.
- باد در مردم هوا و آرزوست ** چون هوا بگذاشتی پیغام هوست
- Tanrı’nın haberleri çok hoştu; çünkü baştan sona kadar ebedîdir.
- خوش بود پیغامهای کردگار ** کاو ز سر تا پای باشد پایدار
- Peygamberlerin ululuğundan ve hutbelerinden gayrı padişahların hutbeleri, ululukları, adları, sanları değişir, baki kalmaz.
- خطبهی شاهان بگردد و آن کیا ** جز کیا و خطبههای انبیا
- Çünkü padişahların kuvvetleri hevadandır. Peygamberlerin icazetnameleri ise ululuk sahibi Tanrı’dandır.
- ز آن که بوش پادشاهان از هواست ** بار نامهی انبیا از کبریاست
- Paralara padişahların adlarını kazırlar; Ahmed’in adını ise kıyamete kadar hâk kederler. 1105
- از درمها نام شاهان بر کنند ** نام احمد تا ابد بر میزنند
- Ahmed’in adı, bütün Peygamberlerin adıdır. Yüz, elimizde olunca doksan da bizde demektir.
- نام احمد نام جمله انبیاست ** چون که صد آمد نود هم پیش ماست
- Yine tavşanın hilesi ve gitmede gecikmesi
- هم در بیان مکر خرگوش
- Tavşan aslana gitmede epeyce gecikti. Yapacağı hileyi kendisince kararlaştırdı.
- در شدن خرگوش بس تاخیر کرد ** مکر را با خویشتن تقریر کرد
- Bir hayli geciktikten sonra aslanın kulağına bir iki sır söylemek üzere yola düştü.
- در ره آمد بعد تاخیر دراز ** تا به گوش شیر گوید یک دو راز
- Akıl diyarında nice âlimler vardır! Bu akıl denizi ne kadar engindir!
- تا چه عالمهاست در سودای عقل ** تا چه با پهناست این دریای عقل
- Bizim şu şeklimiz bu tatlı denizde su üzerinde kâseler gibi yüzer. 1110
- صورت ما اندر این بحر عذاب ** میدود چون کاسهها بر روی آب
- İçi dolu olmadıkça kap, suyun yüzündedir. Dolunca denize batar.
- تا نشد پر بر سر دریا چو طشت ** چون که پر شد طشت در وی غرق گشت
- Akıl gizlidir, ortada bir âlem görünüp durur. Bizim şeklimiz; o denizin dalgasından yahut ıslaklığından ibarettir.
- عقل پنهان است و ظاهر عالمی ** صورت ما موج یا از وی نمی
- Suret, o denize ulaşmak için neyi vesile ittihaz ederse etsin, deniz; sureti, o vesile yüzünden daha uzağa atar.
- هر چه صورت می وسیلت سازدش ** ز آن وسیلت بحر دور اندازدش
- Gönül kendisine sır vereni; ok, kendisini uzağa atanı görmedikçe.
- تا نبیند دل دهندهی راز را ** تا نبیند تیر دور انداز را
- Atımı kaybettim sanır, bindiği atı inat ve hırçınlıkla yolda hızlı hızlı koşturur! 1115
- اسب خود را یاوه داند وز ستیز ** میدواند اسب خود در راه تیز
- O yiğit, atını kaybolmuş sanır, bindiği atı inat ve hırçınlıkla koşturmuştur!
- اسب خود را یاوه داند آن جواد ** و اسب خود او را کشان کرده چو باد
- O sersem bağırır, arar, tarar kapı kapı dolaşır, her tarafı arar, sorar:
- در فغان و جستجو آن خیرهسر ** هر طرف پرسان و جویان دربدر
- “Atımı çalan nerede, kimdir?” Efendi, şu uyluğunun altındaki mahlûk ne?
- کان که دزدید اسب ما را کو و کیست ** این که زیر ران تست ای خواجه چیست
- Evet, bu attır; fakat bu at nerede? Ey at arayan yiğit binici, kendine gel!
- آری این اسب است لیک این اسب کو ** با خود آ ای شهسوار اسب جو
- Can, apaçık olduğundan, pek yakın bulunduğundan görünmez. İnsan, içi su ile dolu, dışı kupkuru küp gibidir. 1120
- جان ز پیدایی و نزدیکی است گم ** چون شکم پر آب و لب خشکی چو خم
- Kırmızı, yeşil ve sarı… Bu üç renkten önce ziyayı görmezsen bunları nasıl görürsün?
- کی ببینی سرخ و سبز و فور را ** تا نبینی پیش از این سه نور را
- Fakat senin aklın renkler içinde kaybolduğundan dolayı o renkler senin nurunu görmene engel oldu.
- لیک چون در رنگ گم شد هوش تو ** شد ز نور آن رنگها رو پوش تو
- Gece olunca o renkler örtüldü, o vakit rengi görmenin nurdan olduğunu görüp anladın.
- چون که شب آن رنگها مستور بود ** پس بدیدی دید رنگ از نور بود
- Haricî nur olmadıkça rengin görünmesi mümkün değildir. İçteki hayal rengi de böyledir.
- نیست دید رنگ بینور برون ** همچنین رنگ خیال اندرون
- Dış renkleri güneş ve Süha yıldızının nuruyla görünür. İç renkleri ise yüce nurların aksiyle görünür. 1125
- این برون از آفتاب و از سها ** و اندرون از عکس انوار علی
- Gözünün nurunun nuru da gönüldür. Göz nuru gönüllerin nurundan meydana gelir.
- نور نور چشم خود نور دل است ** نور چشم از نور دلها حاصل است
- Gönül nurunun nuru da, akıl ve duygu nurundan olmayan, onlardan ayrı bulunan Tanrı nurudur.
- باز نور نور دل نور خداست ** کاو ز نور عقل و حس پاک و جداست
- Gece nur olmadığı için renkleri görmedin. O halde nûrun zıddiyle münkeşif oldu ki. (T.M. 1126)
- شب نبد نوری ندیدی رنگها ** پس به ضد نور پیدا شد ترا
- Evvelâ nûr, sonra renk görülür, bunu da zıddı bulunan zulmetle anlarsın. (T.M. 1127)
- دیدن نور است آن گه دید رنگ ** وین به ضد نور دانی بیدرنگ
- Tanrı; bu zıddiyetle gönül hoşluğu meydana gelsin, her şey iyice anlaşılsın diye hastalığı ve kederi yarattı. 1130
- رنج و غم را حق پی آن آفرید ** تا بدین ضد خوش دلی آید پدید
- Şu halde gizli olan şeyler, zıddıyla meydana çıkar. Hakk’ın zıddı olmadığından gizlidir.
- پس نهانیها به ضد پیدا شود ** چون که حق را نیست ضد پنهان بود
- Evvelâ nura bakılır, sonra renge. Çünkü beyaz ve zenci, birbirine zıt olduğu için meydana çıkar.
- که نظر بر نور بود آن گه به رنگ ** ضد به ضد پیدا بود چون روم و زنگ
- Sen nuru, zıddıyla bildin. Zıt, zıddı meydana çıkarır, gösterir.
- پس به ضد نور دانستی تو نور ** ضد ضد را مینماید در صدور
- Varlık âleminde Hak nurunun zıddı yoktur ki açıkça görünebilsin.
- نور حق را نیست ضدی در وجود ** تا به ضد او را توان پیدا نمود
- Hulâsa gözlerimiz onu idrak edemez; o bizi görür, idrak eder. Sen bunu, Mûsâ ile Tûr kıssasında gör! 1135
- لاجرم أبصارنا لا تدرکه ** و هو یدرک بین تو از موسی و که
- Suretle manayı; aslanla orman yahut ses ve sözle düşünce gibi bil!
- صورت از معنی چو شیر از بیشه دان ** یا چو آواز و سخن ز اندیشه دان
- Bu söz, bu ses; düşünceden meydana geldi. Fakat düşünce denizi nerede? Onu bilmezsin.
- این سخن و آواز از اندیشه خاست ** تو ندانی بحر اندیشه کجاست
- Ama lâtif bir söz dalgası görünce onun denizinin de kadri yüce bir deniz olacağını anlarsın.
- لیک چون موج سخن دیدی لطیف ** بحر آن دانی که باشد هم شریف
- Bilgiden düşünce dalgası zuhura gelince mana, söz ve sesten bir suret düzdü.
- چون ز دانش موج اندیشه بتاخت ** از سخن و آواز او صورت بساخت
- Sözden bir şekil doğdu, yine öldü. Dalga kendini yine denize iletti. 1140
- از سخن صورت بزاد و باز مرد ** موج خود را باز اندر بحر برد
- Suret sûretsizlikten çıktı, yine sûretsizliğe döndü. Zira biz yine Tanrı’ya döneceğiz.
- صورت از بیصورتی آمد برون ** باز شد که إنا إليه راجعون
- Şu halde sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa “dünya bir andan ibarettir” buyurdu.
- پس ترا هر لحظه مرگ و رجعتی است ** مصطفی فرمود دنیا ساعتی است