English    Türkçe    فارسی   

1
120-169

  • Güneş, gerçi tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür. 120
  • شمس در خارج اگر چه هست فرد ** می‌‌توان هم مثل او تصویر کرد
  • Ama kendisinden esîr var olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de, dışarda da benzer olamaz.
  • شمس جان کاو خارج آمد از اثیر ** نبودش در ذهن و در خارج نظیر
  • Nerede tasavvurda onun sığacağı bir yer ki misli tasvir edilebilsin!
  • در تصور ذات او را گنج کو ** تا در آید در تصور مثل او
  • Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi.
  • چون حدیث روی شمس الدین رسید ** شمس چارم آسمان سر در کشید
  • Onun adı anılınca ihsanlarından bir remzi anlatmak vacip oldu.
  • واجب آید چون که آمد نام او ** شرح کردن رمزی از انعام او
  • Can, şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf’un gömleğinden koku almış! 125
  • این نفس جان دامنم بر تافته ست ** بوی پیراهان یوسف یافته ست‌‌
  • “Yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hallerden tekrar bir hali söyle, anlat.
  • از برای حق صحبت سالها ** باز گو حالی از آن خوش حالها
  • Ki yer, gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de yüz derece daha fazla sevince, neşeye dalsın” (diyor).
  • تا زمین و آسمان خندان شود ** عقل و روح و دیده صد چندان شود
  • “Beni külfete sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı, onu övmekten âcizim.
  • لا تکلفنی فإنی فی الفنا ** کلت أفهامی فلا أحصی ثنا
  • Ayık olmayan kişinin her söylediği söz -dilerse tekellüfe düşsün, dilerse haddinden fazla zarafet satmaya kalkışsın- yaraşır söz değildir.
  • کل شی‌‌ء قاله غیر المفیق ** إن تکلف أو تصلف لا یلیق‌‌
  • Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dair ne söyleyeyim ki bir damarım bile ayık değil! 130
  • من چه گویم یک رگم هشیار نیست ** شرح آن یاری که او را یار نیست‌‌
  • Bu ayrılığın, bu ciğer kanının şerhini şimdi geç, başka bir zamana kadar bunu bırak!”
  • شرح این هجران و این خون جگر ** این زمان بگذار تا وقت دگر
  • (Can) dedi ki: “Beni doyur, çünkü ben açım. Çabuk ol çünkü vakit keskin bir kılıçtır.
  • قال أطعمنی فإنی جائع ** و اعتجل فالوقت سیف قاطع‌‌
  • Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî, vakit oğludur (bulunduğu vaktin iktizasına göre iş görür). “Yarın” demek yol şartlarından değildir.
  • صوفی ابن الوقت باشد ای رفیق ** نیست فردا گفتن از شرط طریق‌‌
  • Sen yoksa sûfî bir er değil misin? Vara, veresiyeden yokluk gelir”.
  • تو مگر خود مرد صوفی نیستی ** هست را از نسیه خیزد نیستی‌‌
  • Ona dedim ki: “Sevgilinin sırlarını gizli kapaklı geçmek daha hoştur. Sen, artık hikâyelere kulak ver, işi onlardan anla! 135
  • گفتمش پوشیده خوشتر سر یار ** خود تو در ضمن حکایت گوش دار
  • Dilbere ait sırların, başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha hoştur.”
  • خوشتر آن باشد که سر دلبران ** گفته آید در حدیث دیگران‌‌
  • O, “Bunu apaçık söyle ki dini açık olarak anmak… Gizli anmaktan iyidir.
  • گفت مکشوف و برهنه گوی این ** آشکارا به که پنهان ذکر دین‌‌
  • Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak yatmam” dedi.
  • پرده بردار و برهنه گو که من ** می‌‌نخسبم با صنم با پیرهن‌‌
  • Dedim ki: “O apaçık soyunur, çırılçıplak bir hale gelirse ne sen kalırsın, ne kucağın kalır, ne belin!
  • گفتم ار عریان شود او در عیان ** نی تو مانی نی کنارت نی میان‌‌
  • İste ama derecesine göre iste; bir otun, bir dağı çekmeye kudreti yoktur. 140
  • آرزو می‌‌خواه لیک اندازه خواه ** بر نتابد کوه را یک برگ کاه‌‌
  • Bu âlemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı gitti!
  • آفتابی کز وی این عالم فروخت ** اندکی گر پیش آید جمله سوخت‌‌
  • Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-i Tebrizî’den bundan fazla bahsetme.
  • فتنه و آشوب و خون‌‌ریزی مجوی ** بیش از این از شمس تبریزی مگوی‌‌
  • Bunun sonu yoktur; sen yine hikâyeye başla, onu tamamlamana bak.
  • این ندارد آخر از آغاز گوی ** رو تمام این حکایت باز گوی‌‌
  • O velinin, halayığın hastalığını anlamak için padişahtan halayıkla halvet olmayı dilemesi
  • خلوت طلبیدن آن ولی از پادشاه جهت دریافتن رنج کنیزک‌‌
  • (Hekim) dedi ki: “Ey padişah, evi halvet et, yakını da uzaklaştır.
  • گفت ای شه خلوتی کن خانه را ** دور کن هم خویش و هم بیگانه را
  • Köşeden, bucaktan kimse kulak vermesin de ben bu cariyecikten bir şeyler sorayım.” 145
  • کس ندارد گوش در دهلیزها ** تا بپرسم زین کنیزک چیزها
  • Oda boşaldı, Hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı.
  • خانه خالی ماند و یک دیار نی ** جز طبیب و جز همان بیمار نی‌‌
  • Hekim tatlılıkla, yumuşak yumuşak dedi ki: “Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilâcı başka başkadır.
  • نرم نرمک گفت شهر تو کجاست ** که علاج اهل هر شهری جداست‌‌
  • O memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız; neye bağlısın?
  • و اندر آن شهر از قرابت کیستت ** خویشی و پیوستگی با چیستت‌‌
  • Elini kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği cevir ve meşakkati soruyordu.
  • دست بر نبضش نهاد و یک به یک ** باز می‌‌پرسید از جور فلک‌‌
  • Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor. 150
  • چون کسی را خار در پایش جهد ** پای خود را بر سر زانو نهد
  • İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağı ile ıslatır.
  • وز سر سوزن همی‌‌جوید سرش ** ور نیابد می‌‌کند با لب ترش‌‌
  • Ayağa batan dikeni bulmak, bu derece müşkül olursa, yüreğe batan diken nicedir? Cevabını sen ver!
  • خار در پا شد چنین دشوار یاب ** خار در دل چون بود واده جواب‌‌
  • Her çer çöp (mesabesinde olan,) gönül dikenini göreydi gamlar, kederler; herkese el uzatabilir miydi?
  • خار در دل گر بدیدی هر خسی ** دست کی بودی غمان را بر کسی‌‌
  • Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar.
  • کس به زیر دم خر خاری نهد ** خر نداند دفع آن بر می‌‌جهد
  • Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli batar. Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lâzım. 155
  • بر جهد و ان خار محکمتر زند ** عاقلی باید که خاری بر کند
  • Eşek, dikeni çıkarabilmek için can acısı ile çifte atar durur ve yüz yerini daha yaralar.
  • خر ز بهر دفع خار از سوز و درد ** جفته می‌‌انداخت صد جا زخم کرد
  • O diken çıkaran hekim, üstattı. Halayığın her tarafına elini koyup muayene ediyordu.
  • آن حکیم خارچین استاد بود ** دست می‌‌زد جا به جا می‌‌آزمود
  • Halayıktan hikâye yoluyla dostların ahvalini sormaktaydı.
  • ز ان کنیزک بر طریق داستان ** باز می‌‌پرسید حال دوستان‌‌
  • Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından, efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi.
  • با حکیم او قصه‌‌ها می‌‌گفت فاش ** از مقام و خاجگان و شهر تاش‌‌
  • Hekim, kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına dikkat etmekteydi. 160
  • سوی قصه گفتنش می‌‌داشت گوش ** سوی نبض و جستنش می‌‌داشت هوش‌‌
  • Nabzı, kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği odur(diyordu).
  • تا که نبض از نام کی گردد جهان ** او بود مقصود جانش در جهان‌‌ا ن‌‌
  • Memleketindeki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir memleketi andı.
  • دوستان شهر او را بر شمرد ** بعد از آن شهری دگر را نام برد
  • “Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?”dedi.
  • گفت چون بیرون شدی از شهر خویش ** در کدامین شهر بوده ستی تو بیش‌‌
  • Kız bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi, nabzının atması başkalaşmadı.
  • نام شهری گفت وز آن هم در گذشت ** رنگ روی و نبض او دیگر نگشت‌‌
  • Efendileri ve şehirleri birer birer saydı; o yerleri, yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri tekrar tekrar söyledi. 165
  • خواجگان و شهرها را یک به یک ** باز گفت از جای و از نان و نمک‌‌
  • Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı.
  • شهر شهر و خانه خانه قصه کرد ** نی رگش جنبید و نی رخ گشت زرد
  • Hekim şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı tabiî haldeydi fazla atmıyordu.
  • نبض او بر حال خود بد بی‌‌گزند ** تا بپرسید از سمرقند چو قند
  • Semerkand’ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkand’lı bir kuyumcudan ayrılmıştı.
  • نبض جست و روی سرخ و زرد شد ** کز سمرقندی زرگر فرد شد
  • O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belânın aslına erişince:
  • چون ز رنجور آن حکیم این راز یافت ** اصل آن درد و بلا را باز یافت‌‌