- Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî, vakit oğludur (bulunduğu vaktin iktizasına göre iş görür). “Yarın” demek yol şartlarından değildir.
- صوفی ابن الوقت باشد ای رفیق ** نیست فردا گفتن از شرط طریق
- Sen yoksa sûfî bir er değil misin? Vara, veresiyeden yokluk gelir”.
- تو مگر خود مرد صوفی نیستی ** هست را از نسیه خیزد نیستی
- Ona dedim ki: “Sevgilinin sırlarını gizli kapaklı geçmek daha hoştur. Sen, artık hikâyelere kulak ver, işi onlardan anla! 135
- گفتمش پوشیده خوشتر سر یار ** خود تو در ضمن حکایت گوش دار
- Dilbere ait sırların, başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha hoştur.”
- خوشتر آن باشد که سر دلبران ** گفته آید در حدیث دیگران
- O, “Bunu apaçık söyle ki dini açık olarak anmak… Gizli anmaktan iyidir.
- گفت مکشوف و برهنه گوی این ** آشکارا به که پنهان ذکر دین
- Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak yatmam” dedi.
- پرده بردار و برهنه گو که من ** مینخسبم با صنم با پیرهن
- Dedim ki: “O apaçık soyunur, çırılçıplak bir hale gelirse ne sen kalırsın, ne kucağın kalır, ne belin!
- گفتم ار عریان شود او در عیان ** نی تو مانی نی کنارت نی میان
- İste ama derecesine göre iste; bir otun, bir dağı çekmeye kudreti yoktur. 140
- آرزو میخواه لیک اندازه خواه ** بر نتابد کوه را یک برگ کاه
- Bu âlemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı gitti!
- آفتابی کز وی این عالم فروخت ** اندکی گر پیش آید جمله سوخت
- Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-i Tebrizî’den bundan fazla bahsetme.
- فتنه و آشوب و خونریزی مجوی ** بیش از این از شمس تبریزی مگوی
- Bunun sonu yoktur; sen yine hikâyeye başla, onu tamamlamana bak.
- این ندارد آخر از آغاز گوی ** رو تمام این حکایت باز گوی
- O velinin, halayığın hastalığını anlamak için padişahtan halayıkla halvet olmayı dilemesi
- خلوت طلبیدن آن ولی از پادشاه جهت دریافتن رنج کنیزک
- (Hekim) dedi ki: “Ey padişah, evi halvet et, yakını da uzaklaştır.
- گفت ای شه خلوتی کن خانه را ** دور کن هم خویش و هم بیگانه را
- Köşeden, bucaktan kimse kulak vermesin de ben bu cariyecikten bir şeyler sorayım.” 145
- کس ندارد گوش در دهلیزها ** تا بپرسم زین کنیزک چیزها
- Oda boşaldı, Hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı.
- خانه خالی ماند و یک دیار نی ** جز طبیب و جز همان بیمار نی
- Hekim tatlılıkla, yumuşak yumuşak dedi ki: “Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilâcı başka başkadır.
- نرم نرمک گفت شهر تو کجاست ** که علاج اهل هر شهری جداست
- O memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız; neye bağlısın?
- و اندر آن شهر از قرابت کیستت ** خویشی و پیوستگی با چیستت
- Elini kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği cevir ve meşakkati soruyordu.
- دست بر نبضش نهاد و یک به یک ** باز میپرسید از جور فلک
- Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor. 150
- چون کسی را خار در پایش جهد ** پای خود را بر سر زانو نهد
- İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağı ile ıslatır.
- وز سر سوزن همیجوید سرش ** ور نیابد میکند با لب ترش
- Ayağa batan dikeni bulmak, bu derece müşkül olursa, yüreğe batan diken nicedir? Cevabını sen ver!
- خار در پا شد چنین دشوار یاب ** خار در دل چون بود واده جواب
- Her çer çöp (mesabesinde olan,) gönül dikenini göreydi gamlar, kederler; herkese el uzatabilir miydi?
- خار در دل گر بدیدی هر خسی ** دست کی بودی غمان را بر کسی
- Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar.
- کس به زیر دم خر خاری نهد ** خر نداند دفع آن بر میجهد
- Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli batar. Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lâzım. 155
- بر جهد و ان خار محکمتر زند ** عاقلی باید که خاری بر کند
- Eşek, dikeni çıkarabilmek için can acısı ile çifte atar durur ve yüz yerini daha yaralar.
- خر ز بهر دفع خار از سوز و درد ** جفته میانداخت صد جا زخم کرد
- O diken çıkaran hekim, üstattı. Halayığın her tarafına elini koyup muayene ediyordu.
- آن حکیم خارچین استاد بود ** دست میزد جا به جا میآزمود
- Halayıktan hikâye yoluyla dostların ahvalini sormaktaydı.
- ز ان کنیزک بر طریق داستان ** باز میپرسید حال دوستان
- Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından, efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi.
- با حکیم او قصهها میگفت فاش ** از مقام و خاجگان و شهر تاش
- Hekim, kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına dikkat etmekteydi. 160
- سوی قصه گفتنش میداشت گوش ** سوی نبض و جستنش میداشت هوش
- Nabzı, kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği odur(diyordu).
- تا که نبض از نام کی گردد جهان ** او بود مقصود جانش در جهانا ن
- Memleketindeki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir memleketi andı.
- دوستان شهر او را بر شمرد ** بعد از آن شهری دگر را نام برد
- “Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?”dedi.
- گفت چون بیرون شدی از شهر خویش ** در کدامین شهر بوده ستی تو بیش
- Kız bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi, nabzının atması başkalaşmadı.
- نام شهری گفت وز آن هم در گذشت ** رنگ روی و نبض او دیگر نگشت
- Efendileri ve şehirleri birer birer saydı; o yerleri, yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri tekrar tekrar söyledi. 165
- خواجگان و شهرها را یک به یک ** باز گفت از جای و از نان و نمک
- Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı.
- شهر شهر و خانه خانه قصه کرد ** نی رگش جنبید و نی رخ گشت زرد
- Hekim şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı tabiî haldeydi fazla atmıyordu.
- نبض او بر حال خود بد بیگزند ** تا بپرسید از سمرقند چو قند
- Semerkand’ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkand’lı bir kuyumcudan ayrılmıştı.
- نبض جست و روی سرخ و زرد شد ** کز سمرقندی زرگر فرد شد
- O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belânın aslına erişince:
- چون ز رنجور آن حکیم این راز یافت ** اصل آن درد و بلا را باز یافت
- “Onun semti hangi mahallede?” diye sordu. Kız, “Köprübaşında, Gatfer mahallesinde” dedi. 170
- گفت کوی او کدام است در گذر ** او سر پل گفت و کوی غاتفر
- Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda sihirler göstereceğim;
- گفت دانستم که رنجت چیست زود ** در خلاصت سحرها خواهم نمود
- Sevin, ilişik etme, emin ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım;
- شاد باش و فارغ و ایمن که من ** آن کنم با تو که باران با چمن
- Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha şefkatliyim;
- من غم تو میخورم تو غم مخور ** بر تو من مشفقترم از صد پدر
- Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa yine sakla;
- هان و هان این راز را با کس مگو ** گر چه از تو شه کند بس جستجو
- Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hâsıl olur; dedi. 175
- چون که اسرارت نهان در دل شود ** آن مرادت زودتر حاصل شود
- Peygamber demiştir ki: “Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına erişir.”
- گفت پیغمبر که هر که سر نهفت ** زود گردد با مراد خویش جفت
- Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesi ile neticelenir.
- دانه چون اندر زمین پنهان شود ** سر آن سر سبزی بستان شود
- Altın ve gümüş gizli olmasalardı... Madende nasıl musaffa olurlar, nasıl altın ve gümüş haline gelirlerdi?
- زر و نقره گر نبودندی نهان ** پرورش کی یافتندی زیر کان
- O hekimin vaatleri ve lütufları hastayı korkudan emin etti.
- وعدهها و لطفهای آن حکیم ** کرد آن رنجور را ایمن ز بیم
- Hakiki olan vaatleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaatler ise insanı ıstıraba sokar. 180
- وعدهها باشد حقیقی دل پذیر ** وعدهها باشد مجازی تاسهگیر
- Kerem ehlinin vaatleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaatleri ise gönül azabıdır.
- وعدهی اهل کرم گنج روان ** وعدهی نااهل شد رنج روان
- O velinin, halayığın hastalığını anlaması ve padişaha arz etmesi
- دریافتن آن ولی رنج را و عرض کردن رنج او را پیش پادشاه
- Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti, padişahı bu meseleden birazcık haberdar etti.
- بعد از آن برخاست و عزم شاه کرد ** شاه را ز ان شمهای آگاه کرد