- Rum Kayseri’den, Medine’de Ömer’e uzak çölleri aşarak bir elçi geldi. 1390
- تا عمر آمد ز قیصر یک رسول ** در مدینه از بیابان نغول
- Medine halkına “Halifenin köşkü nerededir ki atımı, eşyamı oraya çekeyim” dedi.
- گفت کو قصر خلیفه ای حشم ** تا من اسب و رخت را آن جا کشم
- Halk, dedi ki: “Onun köşkü yok; Ömer’in köşkü, ancak aydın canıdır.
- قوم گفتندش که او را قصر نیست ** مر عمر را قصر، جان روشنی است
- Gerçi emir diye adı sanı duyulmuşsa da onun, yoksullar gibi ancak bir kulübeciği var.
- گر چه از میری و را آوازهای است ** همچو درویشان مر او را کازهای است
- Kardeş, onun köşkünü nasıl görebilirsin? Gönül gözünde kıl bitmiş!
- ای برادر چون ببینی قصر او ** چون که در چشم دلت رسته ست مو
- Gönül gözünü kıldan ve hastalıktan arıt, sonra köşkünü görmeyi gözet. 1395
- چشم دل از مو و علت پاک آر ** و آن گهان دیدار قصرش چشم دار
- Kimin canı, heveslerden arınmışsa derhal tertemiz Tanrı tapusunu, Tanrı dergâhını görür.
- هر که را هست از هوسها جان پاک ** زود بیند حضرت و ایوان پاک
- Muhammed, bu ateşten, bu dumandan temizlendiğinden nereye yüz çevirse orada Allah cemalini gördü.
- چون محمد پاک شد زین نار و دود ** هر کجا رو کرد وجه الله بود
- Seni kötülüğe sevk eden vesveselere yoldaş oldukça “Semme vechullah”ı nasıl bilebilirsin?
- چون رفیقی وسوسهی بد خواه را ** کی بدانی ثم وجه الله را
- Kimin kalbinde kapı açılırsa gönül göğünde yüzlerce güneş görür.
- هر که را باشد ز سینه فتح باب ** او ز هر شهری ببیند آفتاب
- Yıldızların içinde ay nasıl görünürse başkaları arasında Tanrı da öyle görünür. 1400
- حق پدید است از میان دیگران ** همچو ماه اندر میان اختران
- Fakat iki parmağını iki gözünün üstüne koy: bir şey görebilir misin? İnsaf et!
- دو سر انگشت بر دو چشم نه ** هیچ بینی از جهان انصاف ده
- Sen görmesen de dünya yok değildir. Kusur, ancak şom, nefsin parmağında.
- گر نبینی این جهان معدوم نیست ** عیب جز ز انگشت نفس شوم نیست
- Kendine gel! Gözünden parmağını kaldır da ne istiyorsan gör.
- تو ز چشم انگشت را بردار هین ** و آن گهانی هر چه میخواهی ببین
- Nuh’un ümmeti, Nuh’a “Nerede sevap?” dediler. Nuh “duymamak, görmemek için elbisenize büründüğünüz cihette.
- نوح را گفتند امت کو ثواب ** گفت او ز آن سوی و استغشوا ثیاب
- Elbiselerinize bürünüp yüzünüzü, başınızı sardınız; ondan dolayı gözünüz olduğu halde görmediniz” dedi. 1405
- رو و سر در جامهها پیچیدهاید ** لا جرم با دیده و نادیدهاید
- İnsan gözden ibarettir. Geri kalanı bir deridir. Göz de, dostu gören göze derler.
- آدمی دید است و باقی پوست است ** دید آن است آن که دید دوست است
- İnsan, dostu görmeyince kör olsun, daha iyi. Böyle adam Süleyman bile olsa, karınca ondan yeğdir. "
- چون که دید دوست نبود کور به ** دوست کاو باقی نباشد دور به
- Bu yepyeni sözler, Rum elçisini semaa getirdi, Ömer’i görmek iştiyakı arttı.
- چون رسول روم این الفاظ تر ** در سماع آورد شد مشتاقتر
- Gözünü o padişahı aramaya dikti, eşyasını da kaybetti, atını da.
- دیده را بر جستن عمر گماشت ** رخت را و اسب را ضایع گذاشت
- O iş erinin ardına düşmüş, her tarafa koşmakta, delicesine onu aramaktaydı. 1410
- هر طرف اندر پی آن مرد کار ** میشدی پرسان او دیوانهوار
- “Dünyada böyle adam da olur mu ki cihandan can gibi gizlenmiş” diyordu.
- کاین چنین مردی بود اندر جهان ** وز جهان مانند جان باشد نهان
- Candan kul olmak için onu aradı. Şüphesiz, arayan bulur.
- جست او را تاش چون بنده بود ** لا جرم جوینده یابنده بود
- Bir bedevi karısı, onun yabancı olduğunu gördü; Ömer’i aradığını anlayıp “İşte şuracıkta, şu hurma ağacının altında;
- دید اعرابی زنی او را دخیل ** گفت عمر نک به زیر آن نخیل
- Hurma ağacının dibinde, halktan ayrılmış, yapayalnız, gölgelikte uyuyan Tanrı gölgesini gör” dedi.
- زیر خرما بن ز خلقان او جدا ** زیر سایه خفته بین سایهی خدا
- Elçinin Emîrülmü’minin Ömer’i – Tanrı ondan razı olsun – bir ağaç altında uyur bulması
- یافتن رسول روم عمر را خفته در زیر درخت
- Elçi oraya gelip uzakta durdu. Ömer’i görünce titremeye başladı. 1415
- آمد او آن جا و از دور ایستاد ** مر عمر را دید و در لرز اوفتاد
- O uyuyandan elçiye bir heybet, gönlüne hoş bir hal geldi.
- هیبتی ز آن خفته آمد بر رسول ** حالتی خوش کرد بر جانش نزول
- Muhabbet ve heybet birbirinin zıttı iken gönlünde bu iki zıttın birleştiğini gördü.
- مهر و هیبت هست ضد همدگر ** این دو ضد را دید جمع اندر جگر
- Kendi kendine “Ben nice Padişahlar gördüm; büyük sultanların makbulü oldum.
- گفت با خود من شهان را دیدهام ** پیش سلطانان مه و بگزیدهام
- Onlardan korkmaz, ürkmezdim. Bu adamın heybeti aklımı başımdan aldı.
- از شهانم هیبت و ترسی نبود ** هیبت این مرد هوشم را ربود
- Aslanlar, kaplanlar bulunan ormanlara daldım, yüzümün rengi bile kaçmadı. 1420
- رفتهام در بیشهی شیر و پلنگ ** روی من ز یشان نگردانید رنگ
- Birçok savaşlarda bulundum; savaş başlayınca
- بس شدهستم در مصاف و کارزار ** همچو شیر آن دم که باشد کار زار
- Bir hayli ağır yaralar aldım, düşmanları ağır bir surette yaraladım. Bütün bu ahvalde kalbim, diğerlerinden daha kuvvetli idi.
- بس که خوردم بس زدم زخم گران ** دل قوی تر بودهام از دیگران
- Bu adam silâhsız, kuru yerde yatıyor; benim yedi âzam tir tir titremekte; bu ne?
- بیسلاح این مرد خفته بر زمین ** من به هفت اندام لرزان چیست این
- Bu heybet Hak’tan halktan değil; bu heybet, şu abalı adamdan gelmiyor” dedi.
- هیبت حق است این از خلق نیست ** هیبت این مرد صاحب دلق نیست
- Bir kişi Hak’tan korkup takva yolunu tuttu mu: cin olsun, insan olsun, onu kim görse korkar. 1425
- هر که ترسید از حق و تقوی گزید ** ترسد از وی جن و انس و هر که دید
- Bu düşünce içinde hürmetle ellerini bağladı. Bir müddet sonra Ömer, uykudan uyandı.
- اندر این فکرت به حرمت دست بست ** بعد یک ساعت عمر از خواب جست
- Ömer’in uykudan uyanması ve Kayser elçisinin ona selâm vermesi
- سلام کردن رسول روم بر عمر
- Elçi, Ömer’i tâzim etti, ona selâm verdi. Peygamber “önce selâm sonra söz” demiştir.
- کرد خدمت مر عمر را و سلام ** گفت پیغمبر سلام آن گه کلام
- Ömer, selâmını alıp onu yanına çağırdı, onu teskin etti, karşısına oturdu.
- پس علیکش گفت و او را پیش خواند ** ایمنش کرد و به پیش خود نشاند
- Korkanı, emin ederler, gönlünü yatıştırırlar.
- لا تخافوا هست نزل خایفان ** هست در خور از برای خایف آن
- “Korkmayın” sözü, korkanlara sunulan hazır yemektir. Ve bu yemek tam onlara lâyıktır. 1430
- هر که ترسد مر و را ایمن کنند ** مر دل ترسنده را ساکن کنند
- Korkusu olmayana nasıl ”korkma” dersin? Niye ona ders veriyorsun? O, derse muhtaç değil ki!
- آن که خوفش نیست چون گویی مترس ** درس چه دهی نیست او محتاج درس
- Ömer, o yüreği oynayan kimseyi sevindirdi, yıkılmış gönlünü yaptı.
- آن دل از جا رفته را دل شاد کرد ** خاطر ویرانش را آباد کرد
- Ondan sonra en güzel bir yoldaş olan Tanrı’nın tertemiz sıfatlarına dair ince bahislere daldı;
- بعد از آن گفتش سخنهای دقیق ** وز صفات پاک حق نعم الرفیق
- Elçiye, makam nedir? Hâl neye derler? Anlasın, bilsin diye Tanrı’nın Abdallara gönderdiği lûtuf ve ihsanları nakletti.
- وز نوازشهای حق ابدال را ** تا بداند او مقام و حال را
- Hâl güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle halvet olup vuslatına erişmektir. 1435
- حال چون جلوه ست ز آن زیبا عروس ** وین مقام آن خلوت آمد با عروس
- Gelinin cilvesini padişahta görür, başkaları da. Fakat onunla vuslat, ancak aziz padişaha mahsustur.
- جلوه بیند شاه و غیر شاه نیز ** وقت خلوت نیست جز شاه عزیز
- Gelin, havassa da cilve eder, avama da. Ama onunla halvete giren ancak padişahtır.
- جلوه کرده خاص و عامان را عروس ** خلوت اندر شاه باشد با عروس
- Sûfîler içinde hâl ehli çoktur, fakat aralarında makam sahibi nadirdir.
- هست بسیار اهل حال از صوفیان ** نادر است اهل مقام اندر میان
- Ömer, elçiye can menzillerini söyledi, ruh seferlerini anlattı.
- از منازلهای جانش یاد داد ** وز سفرهای روانش یاد داد