English    Türkçe    فارسی   

1
1401-1450

  • Fakat iki parmağını iki gözünün üstüne koy: bir şey görebilir misin? İnsaf et!
  • دو سر انگشت بر دو چشم نه ** هیچ بینی از جهان انصاف ده‌‌
  • Sen görmesen de dünya yok değildir. Kusur, ancak şom, nefsin parmağında.
  • گر نبینی این جهان معدوم نیست ** عیب جز ز انگشت نفس شوم نیست‌‌
  • Kendine gel! Gözünden parmağını kaldır da ne istiyorsan gör.
  • تو ز چشم انگشت را بردار هین ** و آن گهانی هر چه می‌‌خواهی ببین‌‌
  • Nuh’un ümmeti, Nuh’a “Nerede sevap?” dediler. Nuh “duymamak, görmemek için elbisenize büründüğünüz cihette.
  • نوح را گفتند امت کو ثواب ** گفت او ز آن سوی و استغشوا ثیاب‌‌
  • Elbiselerinize bürünüp yüzünüzü, başınızı sardınız; ondan dolayı gözünüz olduğu halde görmediniz” dedi. 1405
  • رو و سر در جامه‌‌ها پیچیده‌‌اید ** لا جرم با دیده و نادیده‌‌اید
  • İnsan gözden ibarettir. Geri kalanı bir deridir. Göz de, dostu gören göze derler.
  • آدمی دید است و باقی پوست است ** دید آن است آن که دید دوست است‌‌
  • İnsan, dostu görmeyince kör olsun, daha iyi. Böyle adam Süleyman bile olsa, karınca ondan yeğdir. "
  • چون که دید دوست نبود کور به ** دوست کاو باقی نباشد دور به‌‌
  • Bu yepyeni sözler, Rum elçisini semaa getirdi, Ömer’i görmek iştiyakı arttı.
  • چون رسول روم این الفاظ تر ** در سماع آورد شد مشتاق‌‌تر
  • Gözünü o padişahı aramaya dikti, eşyasını da kaybetti, atını da.
  • دیده را بر جستن عمر گماشت ** رخت را و اسب را ضایع گذاشت‌‌
  • O iş erinin ardına düşmüş, her tarafa koşmakta, delicesine onu aramaktaydı. 1410
  • هر طرف اندر پی آن مرد کار ** می‌‌شدی پرسان او دیوانه‌‌وار
  • “Dünyada böyle adam da olur mu ki cihandan can gibi gizlenmiş” diyordu.
  • کاین چنین مردی بود اندر جهان ** وز جهان مانند جان باشد نهان‌‌
  • Candan kul olmak için onu aradı. Şüphesiz, arayan bulur.
  • جست او را تاش چون بنده بود ** لا جرم جوینده یابنده بود
  • Bir bedevi karısı, onun yabancı olduğunu gördü; Ömer’i aradığını anlayıp “İşte şuracıkta, şu hurma ağacının altında;
  • دید اعرابی زنی او را دخیل ** گفت عمر نک به زیر آن نخیل‌‌
  • Hurma ağacının dibinde, halktan ayrılmış, yapayalnız, gölgelikte uyuyan Tanrı gölgesini gör” dedi.
  • زیر خرما بن ز خلقان او جدا ** زیر سایه خفته بین سایه‌‌ی خدا
  • Elçinin Emîrülmü’minin Ömer’i – Tanrı ondan razı olsun – bir ağaç altında uyur bulması
  • یافتن رسول روم عمر را خفته در زیر درخت‌‌
  • Elçi oraya gelip uzakta durdu. Ömer’i görünce titremeye başladı. 1415
  • آمد او آن جا و از دور ایستاد ** مر عمر را دید و در لرز اوفتاد
  • O uyuyandan elçiye bir heybet, gönlüne hoş bir hal geldi.
  • هیبتی ز آن خفته آمد بر رسول ** حالتی خوش کرد بر جانش نزول‌‌
  • Muhabbet ve heybet birbirinin zıttı iken gönlünde bu iki zıttın birleştiğini gördü.
  • مهر و هیبت هست ضد همدگر ** این دو ضد را دید جمع اندر جگر
  • Kendi kendine “Ben nice Padişahlar gördüm; büyük sultanların makbulü oldum.
  • گفت با خود من شهان را دیده‌‌ام ** پیش سلطانان مه و بگزیده‌‌ام‌‌
  • Onlardan korkmaz, ürkmezdim. Bu adamın heybeti aklımı başımdan aldı.
  • از شهانم هیبت و ترسی نبود ** هیبت این مرد هوشم را ربود
  • Aslanlar, kaplanlar bulunan ormanlara daldım, yüzümün rengi bile kaçmadı. 1420
  • رفته‌‌ام در بیشه‌‌ی شیر و پلنگ ** روی من ز یشان نگردانید رنگ‌‌
  • Birçok savaşlarda bulundum; savaş başlayınca
  • بس شده‌‌ستم در مصاف و کارزار ** همچو شیر آن دم که باشد کار زار
  • Bir hayli ağır yaralar aldım, düşmanları ağır bir surette yaraladım. Bütün bu ahvalde kalbim, diğerlerinden daha kuvvetli idi.
  • بس که خوردم بس زدم زخم گران ** دل قوی تر بوده‌‌ام از دیگران‌‌
  • Bu adam silâhsız, kuru yerde yatıyor; benim yedi âzam tir tir titremekte; bu ne?
  • بی‌‌سلاح این مرد خفته بر زمین ** من به هفت اندام لرزان چیست این‌‌
  • Bu heybet Hak’tan halktan değil; bu heybet, şu abalı adamdan gelmiyor” dedi.
  • هیبت حق است این از خلق نیست ** هیبت این مرد صاحب دلق نیست‌‌
  • Bir kişi Hak’tan korkup takva yolunu tuttu mu: cin olsun, insan olsun, onu kim görse korkar. 1425
  • هر که ترسید از حق و تقوی گزید ** ترسد از وی جن و انس و هر که دید
  • Bu düşünce içinde hürmetle ellerini bağladı. Bir müddet sonra Ömer, uykudan uyandı.
  • اندر این فکرت به حرمت دست بست ** بعد یک ساعت عمر از خواب جست‌‌
  • Ömer’in uykudan uyanması ve Kayser elçisinin ona selâm vermesi
  • سلام کردن رسول روم بر عمر
  • Elçi, Ömer’i tâzim etti, ona selâm verdi. Peygamber “önce selâm sonra söz” demiştir.
  • کرد خدمت مر عمر را و سلام ** گفت پیغمبر سلام آن گه کلام‌‌
  • Ömer, selâmını alıp onu yanına çağırdı, onu teskin etti, karşısına oturdu.
  • پس علیکش گفت و او را پیش خواند ** ایمنش کرد و به پیش خود نشاند
  • Korkanı, emin ederler, gönlünü yatıştırırlar.
  • لا تخافوا هست نزل خایفان ** هست در خور از برای خایف آن‌‌
  • “Korkmayın” sözü, korkanlara sunulan hazır yemektir. Ve bu yemek tam onlara lâyıktır. 1430
  • هر که ترسد مر و را ایمن کنند ** مر دل ترسنده را ساکن کنند
  • Korkusu olmayana nasıl ”korkma” dersin? Niye ona ders veriyorsun? O, derse muhtaç değil ki!
  • آن که خوفش نیست چون گویی مترس ** درس چه دهی نیست او محتاج درس‌‌
  • Ömer, o yüreği oynayan kimseyi sevindirdi, yıkılmış gönlünü yaptı.
  • آن دل از جا رفته را دل شاد کرد ** خاطر ویرانش را آباد کرد
  • Ondan sonra en güzel bir yoldaş olan Tanrı’nın tertemiz sıfatlarına dair ince bahislere daldı;
  • بعد از آن گفتش سخنهای دقیق ** وز صفات پاک حق نعم الرفیق‌‌
  • Elçiye, makam nedir? Hâl neye derler? Anlasın, bilsin diye Tanrı’nın Abdallara gönderdiği lûtuf ve ihsanları nakletti.
  • وز نوازشهای حق ابدال را ** تا بداند او مقام و حال را
  • Hâl güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle halvet olup vuslatına erişmektir. 1435
  • حال چون جلوه ست ز آن زیبا عروس ** وین مقام آن خلوت آمد با عروس‌‌
  • Gelinin cilvesini padişahta görür, başkaları da. Fakat onunla vuslat, ancak aziz padişaha mahsustur.
  • جلوه بیند شاه و غیر شاه نیز ** وقت خلوت نیست جز شاه عزیز
  • Gelin, havassa da cilve eder, avama da. Ama onunla halvete giren ancak padişahtır.
  • جلوه کرده خاص و عامان را عروس ** خلوت اندر شاه باشد با عروس‌‌
  • Sûfîler içinde hâl ehli çoktur, fakat aralarında makam sahibi nadirdir.
  • هست بسیار اهل حال از صوفیان ** نادر است اهل مقام اندر میان‌‌
  • Ömer, elçiye can menzillerini söyledi, ruh seferlerini anlattı.
  • از منازلهای جانش یاد داد ** وز سفرهای روانش یاد داد
  • Zamandan dışarı olan, zamana sığmayan bir zamandan, azamete mensup kutsiyet makamından, 1440
  • وز زمانی کز زمان خالی بده ست ** وز مقام قدس که اجلالی بده ست‌‌
  • Ruh simurgunun, bu âleme gelmeden önceki geniş uçuşlarından bahsetti.
  • وز هوایی کاندر او سیمرغ روح ** پیش از این دیده ست پرواز و فتوح‌‌
  • Ruhun, o âlemde bir uçuşu, ufukları aşıyordu; iştiyak çekenlerin ümitlerinden de ileri gidiyordu, hırslarından da!
  • هر یکی پروازش از آفاق بیش ** وز امید و نهمت مشتاق بیش‌‌
  • Ömer, o yabancı çehreli zatı tam dost buldu, canının Tanrı sırlarını dilediğini anladı.
  • چون عمر اغیار رو را یار یافت ** جان او را طالب اسرار یافت‌‌
  • Şeyh, kâmildi, talibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı.
  • شیخ کامل بود و طالب مشتهی ** مرد چابک بود و مرکب درگهی‌‌
  • O mürşid, onun irşad edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu, temiz yere ekti. 1445
  • دید آن مرشد که او ارشاد داشت ** تخم پاک اندر زمین پاک کاشت‌‌
  • Rum Kayseri elçisinin Emîrülmü’minin Ömer’den suali
  • سؤال کردن رسول روم از عمر
  • Elçi “ya Emirülmü’minin! Can yücelerden yere nasıl indi?
  • مرد گفتش کای امیر المؤمنین ** جان ز بالا چون در آمد در زمین‌‌
  • Hiçbir şeyle mukayyet olmayan can kuşu nasıl kafese girdi?” diye sordu. Ömer dedi ki: “Hak, ona afsunlar okudu, hikâyeler söyledi.
  • مرغ بی‌‌اندازه چون شد در قفص ** گفت حق بر جان فسون خواند و قصص‌‌
  • Tanrı; gözü kulağı olmayan yokluklara afsun okuyunca onlar, coşmaya başlarlar; varlık âlemine konarlar.
  • بر عدمها کان ندارد چشم و گوش ** چون فسون خواند همی‌‌آید به جوش‌‌
  • Yok olanlar, onun afsuniyle varlık diyarına takla atarak ve derhal gelirler.
  • از فسون او عدمها زود زود ** خوش معلق می‌‌زند سوی وجود
  • Sonra var olana yine bir afsun okuyunca onu yokluğa derhal ve iki çifte atla sürer. 1450
  • باز بر موجود افسونی چو خواند ** زو دو اسبه در عدم موجود راند