- Ruhun, o âlemde bir uçuşu, ufukları aşıyordu; iştiyak çekenlerin ümitlerinden de ileri gidiyordu, hırslarından da!
- هر یکی پروازش از آفاق بیش ** وز امید و نهمت مشتاق بیش
- Ömer, o yabancı çehreli zatı tam dost buldu, canının Tanrı sırlarını dilediğini anladı.
- چون عمر اغیار رو را یار یافت ** جان او را طالب اسرار یافت
- Şeyh, kâmildi, talibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı.
- شیخ کامل بود و طالب مشتهی ** مرد چابک بود و مرکب درگهی
- O mürşid, onun irşad edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu, temiz yere ekti. 1445
- دید آن مرشد که او ارشاد داشت ** تخم پاک اندر زمین پاک کاشت
- Rum Kayseri elçisinin Emîrülmü’minin Ömer’den suali
- سؤال کردن رسول روم از عمر
- Elçi “ya Emirülmü’minin! Can yücelerden yere nasıl indi?
- مرد گفتش کای امیر المؤمنین ** جان ز بالا چون در آمد در زمین
- Hiçbir şeyle mukayyet olmayan can kuşu nasıl kafese girdi?” diye sordu. Ömer dedi ki: “Hak, ona afsunlar okudu, hikâyeler söyledi.
- مرغ بیاندازه چون شد در قفص ** گفت حق بر جان فسون خواند و قصص
- Tanrı; gözü kulağı olmayan yokluklara afsun okuyunca onlar, coşmaya başlarlar; varlık âlemine konarlar.
- بر عدمها کان ندارد چشم و گوش ** چون فسون خواند همیآید به جوش
- Yok olanlar, onun afsuniyle varlık diyarına takla atarak ve derhal gelirler.
- از فسون او عدمها زود زود ** خوش معلق میزند سوی وجود
- Sonra var olana yine bir afsun okuyunca onu yokluğa derhal ve iki çifte atla sürer. 1450
- باز بر موجود افسونی چو خواند ** زو دو اسبه در عدم موجود راند
- Gülün kulağına bir şey söyledi, güldürdü. Taşın kulağına bir şey söyledi, akik ve maden haline getirdi.
- گفت در گوش گل و خندانش کرد ** گفت با سنگ و عقیق کانش کرد
- Cisme bir ayet okudu, can oldu. Güneşe bir şey söyledi, parladı.
- گفت با جسم آیتی تا جان شد او ** گفت با خورشید تا رخشان شد او
- Sonra yine güneşin kulağına korkunç bir şey üfler, yüzüne yüzlerce perde iner.
- باز در گوشش دمد نکتهی مخوف ** در رخ خورشید افتد صد کسوف
- O kelâm sahibi Tanrı, bulutun kulağına bir şey okur; gözünden misk gibi yaşlar akıtır.
- تا به گوش ابر آن گویا چه خواند ** کاو چو مشک از دیدهی خود اشک راند
- Toprağın kulağına ne söyledi ki murakebeye vardı, dalgın bir halde kaldı! 1455
- تا به گوش خاک حق چه خوانده است ** کاو مراقب گشت و خامش مانده است
- Tereddüt içinde kalan, hayretlere düşen kişinin kulağına da Hak, bir muamma söylemiştir.
- در تردد هر که او آشفته است ** حق به گوش او معما گفته است
- Bu suretle onu iki şüphe arasında hapseder. “Ey yardımı istenen Tanrı! Şunu mu yapayım, bunu mu?” der.
- تا کند محبوسش اندر دو گمان ** آن کنم کاو گفت یا خود ضد آن
- İki şıktan birini üstün tutar, üstün tuttuğunu yaparsa o da yine Hak’tandır.
- هم ز حق ترجیح یابد یک طرف ** ز آن دو یک را بر گزیند ز آن کنف
- Can aklının tereddüt içinde bocalamasını istemezsen o pamuğu can kulağına tıkma,
- گر نخواهی در تردد هوش جان ** کم فشار این پنبه اندر گوش جان
- Ki Tanrı’nın o muammalarını anlayasın, gizlice ve açıkça söylenen sözleri idrak edesin. 1460
- تا کنی فهم آن معماهاش را ** تا کنی ادراک رمز و فاش را
- Böyle yaparsan can kulağı vahiy yeri olur. Vahiy nedir? Zahiri duygudan gizli söz.
- پس محل وحی گردد گوش جان ** وحی چه بود گفتنی از حس نهان
- Can kulağı ile can gözü, zahirî duyguya yabancıdır; o duygu, bu duygudan bambaşkadır. Akıl ve duygu kulağı, bu hususta müflistir.
- گوش جان و چشم جان جز این حس است ** گوش عقل و گوش ظن زین مفلس است
- Cebir meselesi, aşkımı ihtiyarsız bir hale getirdi, sabrımı elden aldı. Âşık olmayansa cebri hapsetti, onu inkâr yahut takyit eyledi.
- لفظ جبرم عشق را بیصبر کرد ** و آن که عاشق نیست حبس جبر کرد
- Hâlbuki bu, Hak’la beraberlik ve birliktir, cebir değil... Bu, ayın tecellisidir bulut değil.
- این معیت با حق است و جبر نیست ** این تجلی مه است این ابر نیست
- Cebir bile olsa, herkesin bildiği cebir; yalnız kendi menfaatini gözeten Nefsi Emmarenin cebri değildir. 1465
- ور بود این جبر جبر عامه نیست ** جبر آن امارهی خودکامه نیست
- Ey oğul! Tanrı, kimlerin gönül gözünü açtıysa bu cebri onlar anlar.
- جبر را ایشان شناسند ای پسر ** که خدا بگشادشان در دل بصر
- Gayb ve istikbal onlara apaçık görünmektedir. Maziyi anış onlarca değersiz bir şeydir.
- غیب و آینده بر ایشان گشت فاش ** ذکر ماضی پیش ایشان گشت لاش
- Onların ihtiyarı da başka türlüdür, cebri de. Yağmur damlaları sedeflerin içinde inci olur.
- اختیار و جبر ایشان دیگر است ** قطرهها اندر صدفها گوهر است
- Sedeften dışarıda küçük, büyük damlalar var, sedefin içinde ise küçük, büyük inciler.
- هست بیرون قطرهی خرد و بزرگ ** در صدف آن در خرد است و سترگ
- Onlarda misk ahusunun göbeğindeki kabiliyet vardır. Dışarıdaki kan damlaları, bunların içlerinde misktir. 1470
- طبع ناف آهو است آن قوم را ** از برون خون و درونشان مشکها
- Sen, dışarıdaki kan, göbeğin içinde nasıl misk olur? Deme!
- تو مگو کاین مایه بیرون خون بود ** چون رود در ناف مشکی چون شود
- Bu bakır, dışarıda adi ve bayağı bir şeyken iksirin içinde nasıl altın olmuş da deme!
- تو مگو کاین مس برون بد محتقر ** در دل اکسیر چون گیرد گهر
- İhtiyar ve cebir, sende bir hayalden ibarettir. Onlardaysa Tanrı azametinin nuru haline gelmiştir.
- اختیار و جبر در تو بد خیال ** چون در ایشان رفت شد نور جلال
- Ekmek, sofrada durduğu müddetçe cansızdır. Fakat insan vücudunda neşeli ruh kesilir.
- نان چو در سفره ست باشد آن جماد ** در تن مردم شود او روح شاد
- Sofranın ortasında duran o ekmeğin can olması imkânsızdır. Fakat can, sel sebil suyu ile o olmayacak şeyi yapar, ekmeği ruh haline getirir. 1475
- در دل سفره نگردد مستحیل ** مستحیلش جان کند از سلسبیل
- Ey doğru okuyup doğru anlayan! Bu can kuvvetidir; bir düşün, o canlar canının kuvveti ne olabilir?
- قوت جان است این ای راست خوان ** تا چه باشد قوت آن جان جان
- İnsanın bir tek kolu, candan gelen kuvvetle dağı, denizle, madenlerle yarıp delmekte.
- گوشت پارهی آدمی با عقل و جان ** میشکافد کوه را با بحر و کان
- Dağ yaran (Ferhâd’ın) candan gelen kuvveti taş delmek, canlar canının kuvveti de kameri ikiye bölmektir.
- زور جان کوه کن شق حجر ** زور جان جان در انشق القمر
- Gönül, Tanrı sırları dağarcığını açarsa can, arşa doğru süratle koşar gider.
- گر گشاید دل سر انبان راز ** جان به سوی عرش سازد ترک تاز
- Âdem Aleyhisselâm’ın “ Rabbenâ zalemnâ “ diye hatayı kendisine isnadetmesi, İblîs’in “Bimâ agveyteni “ diyerek suçu Tanrı’ya yüklemesi
- اضافت کردن آدم آن زلت را به خویشتن که ربنا ظلمناو اضافت کردن ابلیس گناه خود را به خدا که بما أغويتنی
- Hakk’ın yaptıklarını da gör, bizim yaptıklarımızı da. Her ikisini de gör ve bizim yaptığımız işler olduğunu bil, zaten bu meydanda. 1480
- کرد حق و کرد ما هر دو ببین ** کرد ما را هست دان پیداست این
- Ortada halkın yaptığı işler yoksa, her şeyi Hak yapıyorsa, şu halde kimseye “bunu niye böyle yaptın” deme!
- گر نباشد فعل خلق اندر میان ** پس مگو کس را چرا کردی چنان
- Tanrı’nın yaratması, bizim yaptığımız işleri meydana getirmektedir. Bizim işlerimiz, Tanrı işinin eserleridir.
- خلق حق افعال ما را موجد است ** فعل ما آثار خلق ایزد است
- Söz söyleyen kimse, ya harfleri görür yahut manayı. Bir anda her ikisini birden nasıl görebilir?
- ناطقی یا حرف بیند یا غرض ** کی شود یک دم محیط دو عرض
- İnsan, konuşurken manayı düşünür, onu kastederse harflerden gafildir. Hiçbir göz, bir anda hem önünü, hem ardını göremez.
- گر به معنی رفت شد غافل ز حرف ** پیش و پس یک دم نبیند هیچ طرف
- Şunu iyice bil! Önünü gördüğün zaman ardını nasıl görebilirsin? 1485
- آن زمان که پیش بینی آن زمان ** تو پس خود کی ببینی این بدان
- Mademki can, harfi ve manayı bir anda ihata edemez, nasıl olur da hem işi yapar, hem o iş yapma kudretini yaratır?
- چون محیط حرف و معنی نیست جان ** چون بود جان خالق این هر دوان
- Ey oğul! Tanrı, her şeye muhittir. Bir işi yapması, o anda diğer bir işi yapmasına mâni olamaz.
- حق محیط جمله آمد ای پسر ** وا ندارد کارش از کار دگر
- Şeytan, “Bima ağveytenî ” dedi; o alçak ifrit, kendi fi’lini gizledi.
- گفت شیطان که بما أغویتنی ** کرد فعل خود نهان دیو دنی
- Âdem ise “Zalemna enfüsena” dedi; bizim gibi Hakk’ın fiilinden gafil değildi;
- گفت آدم که ظلمنا نفسنا ** او ز فعل حق نبد غافل چو ما
- Günah ettiği halde edebe riayet ederek Tanrı’ya isnat etmedi. Tanrı’nın halk ettiğini gizledi. O suçu kendine atfettiğinden ihsana nail oldu. 1490
- در گنه او از ادب پنهانش کرد ** ز آن گنه بر خود زدن او بر بخورد
- Âdem, tövbe ettikten sonra Tanrı, “Ey Âdem! O suçu, o mihnetleri, sen de ben yaratmadım mı?”
- بعد توبه گفتش ای آدم نه من ** آفریدم در تو آن جرم و محن