- Ey nur isteyen! Can ziyası parladı; lâzım, mülzem, nâfî, muktazî kalmadı. Bir gören kişinin.
- ضوء جان آمد نماند ای مستضی ** لازم و ملزوم و نافی مقتضی
- Nuru doğmuş parlamaktayken sopa gibi bir delilden vazgeçeceği meydandadır.
- ز آن که بینایی که نورش بازغ است ** از دلیل چون عصا بس فارغ است
- “ Ve Hüve maaküm eynemâ küntüm “ âyetinin tefsiri
- تفسیر و هو معکم أين ما کنتم
- Yine hikâyeye geldik; zaten ne zaman hikâyeden ayrıldık ki?
- بار دیگر ما به قصه آمدیم ** ما از آن قصه برون خود کی شدیم
- Cehil bahsine gelirsek o Tanrı’nın zindanıdır; ilim bahsine gelirsek onun bağı ve sayvanı. 1510
- گر به جهل آییم آن زندان اوست ** ور به علم آییم آن ایوان اوست
- Uyursak onun sarhoşlarıyız; uyanık olursak onun hikâyesinden bahsetmekteyiz.
- ور به خواب آییم مستان ویایم ** ور به بیداری به دستان ویایم
- Ağlarsak rızıklarla dolu bulutuyuz; gülersek şimşek!
- ور بگرییم ابر پر زرق ویایم ** ور بخندیم آن زمان برق ویایم
- Kızar, savaşırsak bu, kahrının aksidir, barışır, özür serdedersek muhabbetinin aksidir.
- ور به خشم و جنگ عکس قهر اوست ** ور به صلح و عذر عکس مهر اوست
- Bu dolaşık ve karmakarışık âlemde biz kimiz? Elif gibiyiz. Elifinse esasen, hiç ama hiçbir şeyi yoktur!
- ما کهایم اندر جهان پیچ پیچ ** چون الف او خود چه دارد هیچ هیچ
- Elçinin Ömer’den - Tanrı ondan razı olsun - , ruhların bu balçığa müptelâ olmalarının sebebini sorması
- سؤال کردن رسول روم از عمر از سبب ابتلای ارواح با این آب و گل اجساد
- Ömer’e “O duru suyun bulanık yerde hapsedilmesinin hikmeti ne, bunda ne sır var? 1515
- گفت یا عمر چه حکمت بود و سر ** حبس آن صافی در این جای کدر
- Duru su, toprakta gizlenmiş; saf can cisimlerde mukayyet olmuş, sebebi nedir?” dedi.
- آب صافی در گلی پنهان شده ** جان صافی بستهی ابدان شده
- Ömer dedi ki: “Sen derin bir bahse dalıyorsun. Meselâ manayı harflerle takyit eder(bir söz söylersin).
- گفت تو بحثی شگرفی میکنی ** معنیی را بند حرفی میکنی
- Serbest olan manayı hapsettin, nefesi bir kelime ile takyit eyledin.
- حبس کردی معنی آزاد را ** بند حرفی کرده ای تو یاد را
- Sen faydadan mahcup iken; ruhun bedene gelmesindeki faydayı bilmezken; bunu, bir fayda elde etmek için yaparsın da.
- از برای فایده این کردهای ** تو که خود از فایده در پردهای
- Fayda, kendisinde zuhur eden Tanrı, bizim gördüğümüzü nasıl görmez? 1520
- آن که از وی فایده زاییده شد ** چون نبیند آن چه ما را دیده شد
- Mananın kelimelerle söylenmesinde yüz binlerce fayda var. Bu faydaların her biri, canın cesede girmesindeki faydaya nispetle pek değersiz.
- صد هزاران فایده ست و هر یکی ** صد هزاران پیش آن یک اندکی
- Cüzilerin cüz’ü olan senin bu nefesin, bu söz söylemen, küllî bir fayda temin ederse ruhun bedene girmesiyle meydana gelen küll, neden faydasız olsun?
- آن دم نطقت که جزو جزوهاست ** فایده شد کل کل خالی چراست
- Sen bir cüz iken fayda görüyorsun. O halde neden kınama elini külle uzatıyor, onu neden kınıyorsun?
- تو که جزوی کار تو با فایده ست ** پس چرا در طعن کل آری تو دست
- Sözün faydası yoksa söyleme, varsa itirazı bırakıp şükretmeye çalış!
- گفت را گر فایده نبود مگو ** ور بود هل اعتراض و شکر جو
- Tanrı’ya şükretmek herkesin boynunun borcudur. Kavga etmek, suratını ekşitmek, şükür değildir. 1525
- شکر یزدان طوق هر گردن بود ** نه جدال و رو ترش کردن بود
- Şükretmek surat ekşitmeden ibaretse sirke gibi şükreden hiç kimse yok!
- گر ترش رو بودن آمد شکر و بس ** پس چو سرکه شکر گویی نیست کس
- Sirke, ciğere gitmek için yol arıyorsa ona “şekerle karış da sirkengübin ol” de!
- سرکه را گر راه باید در جگر ** گو بشو سرکنگبین او از شکر
- Manayı şiire sıkıştırmaya çalışmak, hapsolmakla müsavi, ondan gayrı bir şey değil. Şiirde mana, sapan gibi… istenen yere gitmesine imkan yok.
- معنی اندر شعر جز با خبط نیست ** چون قلاسنگ است اندر ضبط نیست
- “ Tanrı ile oturmak dileyen tasavvuf ehliyle otursun “ sözünün manası
- در معنی آن که من أراد أن یجلس مع الله فلیجلس مع أهل التصوف
- Elçi, bu bir iki kadehle kendinden geçti; hatırında ne elçilik kaldı, ne getirdiği haber!
- آن رسول از خود بشد زین یک دو جام ** نه رسالت یاد ماندش نه پیام
- Tanrı kudretine hayran olup kaldı; makam erişip sultan oldu. 1530
- واله اندر قدرت الله شد ** آن رسول اینجا رسید و شاه شد
- Sel denize kavuştu deniz oldu. Tane ekinliğe vardı, ekin oldu.
- سیل چون آمد به دریا بحر گشت ** دانه چون آمد به مزرع گشت کشت
- Ekmek Âdem Atanın vücuduna karıştı, ölü iken dirildi, haberdar oldu.
- چون تعلق یافت نان با بو البشر ** نان مرده زنده گشت و با خبر
- Mum ve odun, ateşe can verip yanınca nursuz vücutları nurlandı.
- موم و هیزم چون فدای نار شد ** ذات ظلمانی او انوار شد
- Sürme taşı, (dövülüp) gözlere çekilince iyi görmeye sebep oldu, gözcü kesildi.
- سنگ سرمه چون که شد در دیدهگان ** گشت بینایی شد آن جا دیدبان
- Ne mutlu o adama kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır! 1535
- ای خنک آن مرد کز خود رسته شد ** در وجود زندهای پیوسته شد
- Yazık o diriye ki ölü ile oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir!
- وای آن زنده که با مرده نشست ** مرده گشت و زندگی از وی بجست
- Tanrı Kur’an’ına kaçar, sığınırsan Peygamberlerin ruhlarına karışırsın.
- چون تو در قرآن حق بگریختی ** با روان انبیا آمیختی
- Kur’an; Peygamberlerin, Tanrı’nın temiz ululuk denizindeki balıkların halleridir.
- هست قرآن حالهای انبیا ** ماهیان بحر پاک کبریا
- Fakat okur da dediğini tutmazsan farzet ki peygamberleri, velileri görmüşsün (inanmadıktan onlara uymadıktan sonra ne fayda !).
- ور بخوانی و نهای قرآن پذیر ** انبیا و اولیا را دیده گیر
- Kur’an’ın hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi dar gelir. 1540
- ور پذیرایی چو بر خوانی قصص ** مرغ جانت تنگ آید در قفص
- Kafeste mahpus olan kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir.
- مرغ کاو اندر قفس زندانی است ** مینجوید رستن از نادانی است
- Kafeslerden kurtulan ruhlar, Tanrı’ya lâyık ve halka rehber olan peygamberlerdir.
- روحهایی کز قفسها رستهاند ** انبیای رهبر شایستهاند
- Onların sesleri, kafeslerin dışından ve din makamından gelir: “Sana kurtuluş yolu ancak budur, bu!
- از برون آوازشان آید ز دین ** که ره رستن ترا این است این
- Biz bu daracık kafesten bununla kurtulduk. Bu kafesten kurtulmanın bundan başka çaresi yok!
- ما به دین رستیم زین ننگین قفس ** جز که این ره نیست چارهی این قفس
- Kazandığın şöhretten kurtulman için inleyip duran bir hasta haline gir! 1545
- خویش را رنجور سازی زار زار ** تا ترا بیرون کنند از اشتهار
- Zaten halk arasında meşhur olmak, sağlam bir bağdır. Bu bağ bu yolda demir bir bağdan aşağı mıdır ki?”
- که اشتهار خلق بند محکم است ** در ره این از بند آهن کی کم است
- Bir tâcirin ticaret için Hindistan’a gitmesi ve mahpus dudusunun, onunla Hindistan dudularına haber yollaması
- قصهی بازرگان که طوطی محبوس او او را پیغام داد به طوطیان هندوستان هنگام رفتن به تجارت
- Bir tacirin bir dudusu vardı, kafeste hapsedilmiş, güzel bir duduydu.
- بود بازرگانی او را طوطیی ** در قفس محبوس زیبا طوطیی
- Tacir, Hindistan’a gitmek üzere yol hazırlığına başladı.
- چون که بازرگان سفر را ساز کرد ** سوی هندستان شدن آغاز کرد
- Kerem ve ihsan dolayısıyla, kölelerinin, cariyeciklerinin her birine “Çabuk söyle, sana Hindistan’dan ne getireyim?” dedi.
- هر غلام و هر کنیزک را ز جود ** گفت بهر تو چه آرم گوی زود
- Her birisi ondan bir şey diledi. O iyi adam hepsine, istediklerini getireceğini vadetti. 1550
- هر یکی از وی مرادی خواست کرد ** جمله را وعده بداد آن نیک مرد
- Duduya da “Sen ne armağan istersin, sana Hindistan elinden ne getireyim?” dedi.
- گفت طوطی را چه خواهی ارمغان ** کارمت از خطهی هندوستان
- Dudu dedi ki: “Oradaki duduları görünce benim halimi anlat.
- گفتش آن طوطی که آن جا طوطیان ** چون ببینی کن ز حال من بیان
- De ki: Sizin müştakınız olan filan dudu, Tanrı’nın takdiriyle bizim mahpusumuzdur.
- کان فلان طوطی که مشتاق شماست ** از قضای آسمان در حبس ماست
- Size selâm söyledi, yardım istedi; sizden bir çare, bir kurtuluş yolu diledi.
- بر شما کرد او سلام و داد خواست ** وز شما چاره و ره ارشاد خواست
- Dedi ki: Reva mıdır ben iştiyakınızla gurbet elde can vereyim. 1555
- گفت میشاید که من در اشتیاق ** جان دهم اینجا بمیرم در فراق
- Sıkı bir hapis içinde olayım da siz gâh yeşilliklerde, gâh ağaçlarda zevk ve sefa edesiniz.
- این روا باشد که من در بند سخت ** گه شما بر سبزه گاهی بر درخت