English    Türkçe    فارسی   

1
177-226

  • Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesi ile neticelenir.
  • دانه چون اندر زمین پنهان شود ** سر آن سر سبزی بستان شود
  • Altın ve gümüş gizli olmasalardı... Madende nasıl musaffa olurlar, nasıl altın ve gümüş haline gelirlerdi?
  • زر و نقره گر نبودندی نهان ** پرورش کی یافتندی زیر کان‌‌
  • O hekimin vaatleri ve lütufları hastayı korkudan emin etti.
  • وعده‌‌ها و لطفهای آن حکیم ** کرد آن رنجور را ایمن ز بیم‌‌
  • Hakiki olan vaatleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaatler ise insanı ıstıraba sokar. 180
  • وعده‌‌ها باشد حقیقی دل پذیر ** وعده‌‌ها باشد مجازی تاسه‌‌گیر
  • Kerem ehlinin vaatleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaatleri ise gönül azabıdır.
  • وعده‌‌ی اهل کرم گنج روان ** وعده‌‌ی نااهل شد رنج روان‌‌
  • O velinin, halayığın hastalığını anlaması ve padişaha arz etmesi
  • دریافتن آن ولی رنج را و عرض کردن رنج او را پیش پادشاه
  • Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti, padişahı bu meseleden birazcık haberdar etti.
  • بعد از آن برخاست و عزم شاه کرد ** شاه را ز ان شمه‌‌ای آگاه کرد
  • Dedi ki: “Çare şundan ibaret: bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim.
  • گفت تدبیر آن بود کان مرد را ** حاضر آریم از پی این درد را
  • Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbise ile aldat.”
  • مرد زرگر را بخوان ز ان شهر دور ** با زر و خلعت بده او را غرور
  • Padişahın, kuyumcuyu getirmek üzere Semerkand’a elçiler yollaması
  • فرستادن پادشاه رسولان به سمرقند به آوردن زرگر
  • Padişah, hekimden bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti. O tarafa ehliyetli, kifayetli, âdil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi. 185
  • شه فرستاد آن طرف یک دو رسول ** حاذقان و کافیان بس عدول‌‌
  • O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand’a kadar geldiler.
  • تا سمرقند آمدند آن دو امیر ** پیش آن زرگر ز شاهنشه بشیر
  • Dediler ki: “Ey lütuf sahibi üstat, ey marifette kâmil kişi! Öğülmen şehirlere yayılmıştır.
  • کای لطیف استاد کامل معرفت ** فاش اندر شهرها از تو صفت‌‌
  • İşte filân padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zira (bu işte) pek büyüksün, pek kâmilsin.
  • نک فلان شه از برای زرگری ** اختیارت کرد زیرا مهتری‌‌
  • Şimdicek şu elbiseyi, altın ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedimlerinden olursun.”
  • اینک این خلعت بگیر و زر و سیم ** چون بیایی خاص باشی و ندیم‌‌
  • Adam; çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrıldı. 190
  • مرد مال و خلعت بسیار دید ** غره شد از شهر و فرزندان برید
  • Adam, neşeli bir halde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah canına kastetmişti.
  • اندر آمد شادمان در راه مرد ** بی‌‌خبر کان شاه قصد جانش کرد
  • Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı!
  • اسب تازی بر نشست و شاد تاخت ** خونبهای خویش را خلعت شناخت‌‌
  • Ey yüzlerce razılıkla sefere düşen ve bizzat kendi ayağı ile kötü bir kazaya giden!
  • ای شده اندر سفر با صد رضا ** خود به پای خویش تا سوء القضا
  • Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrail “Git, evet, muradına erişirsin” demekte!
  • در خیالش ملک و عز و مهتری ** گفت عزرائیل رو آری بری‌‌
  • O garip kişi yoldan gelince, hekim, onu padişahın huzuruna götürdü; 195
  • چون رسید از راه آن مرد غریب ** اندر آوردش به پیش شه طبیب‌‌
  • Güzellik mumunun başı ucunda yakılması için onu, padişahın yanına izzet ve ikramla iletti.
  • سوی شاهنشاه بردندش به ناز ** تا بسوزد بر سر شمع طراز
  • Padişah, onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti.
  • شاه دید او را بسی تعظیم کرد ** مخزن زر را بدو تسلیم کرد
  • Sonra hekim dedi ki: “Ey büyük sultan o cariyeciği bu tacire ver
  • پس حکیمش گفت کای سلطان مه ** آن کنیزک را بدین خواجه بده‌‌
  • Ki visali ile iyileşsin, visalinin suyu o ateşi gidersin.”
  • تا کنیزک در وصالش خوش شود ** آب وصلش دفع آن آتش شود
  • Padişah, o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet müştakını birbirine çift etti. 200
  • شه بدو بخشید آن مه روی را ** جفت کرد آن هر دو صحبت جوی را
  • Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu suretle o kız da tamamen iyileşti.
  • مدت شش ماه می‌‌راندند کام ** تا به صحت آمد آن دختر تمام‌‌
  • Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, kuyumcu içti, kızın karşısında erimeye başladı.
  • بعد از آن از بهر او شربت بساخت ** تا بخورد و پیش دختر می‌‌گداخت‌‌
  • Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden azat oldu, ondan vazgeçti.
  • چون ز رنجوری جمال او نماند ** جان دختر در وبال او نماند
  • Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca, yüzü sararıp solunca kızın gönlü de yavaş yavaş ondan soğudu.
  • چون که زشت و ناخوش و رخ زرد شد ** اندک اندک در دل او سرد شد
  • Ancak zahirî güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir. Onlar nihayet bir âr olur. 205
  • عشقهایی کز پی رنگی بود ** عشق نبود عاقبت ننگی بود
  • Keşke kuyumcu baştanbaşa ayıp ve âr olsaydı, tamamıyla çirkin bulunsaydı da başına bu kötü hal gelmeseydi!
  • کاش کان هم ننگ بودی یک سری ** تا نرفتی بر وی آن بد داوری‌‌
  • Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına düşman kesildi.
  • خون دوید از چشم همچون جوی او ** دشمن جان وی آمد روی او
  • Tavus kuşunun kanadı, kendisine düşmandır. Nice padişahlar vardır ki kuvvet ve azametleri helâklerine sebep olmuştur.
  • دشمن طاوس آمد پر او ** ای بسی شه را بکشته فر او
  • Kuyumcu, ”Ben o ahuyum ki göbeğimin miskinden dolayı bu avcı, benim saf kanımı dökmüştür.
  • گفت من آن آهوم کز ناف من ** ریخت این صیاد خون صاف من‌‌
  • Ah, ben o sahra tilkisiyim ki postum için beni tuzağa düşürüp tuttular, başımı kestiler. 210
  • ای من آن روباه صحرا کز کمین ** سر بریدندش برای پوستین‌‌
  • Ah, ben o filim ki dişimi elde etmek için filci benim kanımı döktü.
  • ای من آن پیلی که زخم پیل بان ** ریخت خونم از برای استخوان‌‌
  • Beni, benden aşağı birisi için öldüren, kanımı döken; bilmiyor ki benim kanım uyumaz!
  • آن که کشتستم پی مادون من ** می‌‌نداند که نخسبد خون من‌‌
  • Bugün bana ise yarın onadır. Böyle benim gibi bir adamın kanı nasıl zayi olur?
  • بر من است امروز و فردا بر وی است ** خون چون من کس چنین ضایع کی است‌‌
  • Duvar gerçi (günün ilk kısmında yere) uzun bir gölge düşürür; fakat o gölge, gölgeyi meydana getirene avdet eder.
  • گر چه دیوار افکند سایه‌‌ی دراز ** باز گردد سوی او آن سایه باز
  • Bu cihan dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi yine bizim semtimize gelir” dedi. 215
  • این جهان کوه است و فعل ما ندا ** سوی ما آید نداها را صدا
  • Kuyumcu, bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına gitti. O cariyecik de aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz oldu.
  • این بگفت و رفت در دم زیر خاک ** آن کنیزک شد ز عشق و رنج پاک‌‌
  • Çünkü ölülerin aşkı ebedî değildir, çünkü ölü, tekrar bize gelmez.
  • ز انکه عشق مردگان پاینده نیست ** ز انکه مرده سوی ما آینده نیست‌‌
  • Diri aşk, ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur.
  • عشق زنده در روان و در بصر ** هر دمی باشد ز غنچه تازه‌‌تر
  • O dirinin aşkını seç ki bakidir ve canına can katan şaraptan sana sakilik eder.
  • عشق آن زنده گزین کاو باقی است ** کز شراب جان فزایت ساقی است‌‌
  • O‘nun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkıyla kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi oldular. 220
  • عشق آن بگزین که جمله انبیا ** یافتند از عشق او کار و کیا
  • Sen “Bize o padişahın huzuruna varmaya izin yoktur” deme. Kerim olan kişilere, hiçbir iş güç değildir.
  • تو مگو ما را بدان شه بار نیست ** با کریمان کارها دشوار نیست‌‌
  • Kuyumcuyu öldürme ve zehirlemenin Tanrı emriyle olup padişahın isteğiyle olmadığı
  • بیان آن که کشتن و زهر دادن مرد زرگر به اشارت الهی بود نه به هوای نفس و تامل فاسد
  • O adamın, hekimin eliyle öldürülmesi, ne ümit içindi ne korkudan dolayı.
  • کشتن آن مرد بر دست حکیم ** نی پی اومید بود و نی ز بیم‌‌
  • Tanrının emri ve ilhamı gelmedikçe hekim, onu padişahın hatırı için öldürmedi.
  • او نکشتش از برای طبع شاه ** تا نیامد امر و الهام اله‌‌
  • Hızır’ın o çocuğun boğazını kesmesindeki sırrı halkın avam kısmı anlayamaz.
  • آن پسر را کش خضر ببرید حلق ** سر آن را درنیابد عام خلق‌‌
  • Tanrı tarafından vahiy ve cevaba nail olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun ta kendisidir. 225
  • آن که از حق یابد او وحی و جواب ** هر چه فرماید بود عین صواب‌‌
  • Can bağışlayan kişi öldürse de caizdir. O, nâibdir eli Tanrı elidir.
  • آن که جان بخشد اگر بکشد رواست ** نایب است و دست او دست خداست‌‌