- Cevir, ihsan, mihnet ve neşe, gelip geçicidir. Gelip geçenlerse ölürler; Hak onlara vâristir.
- جور و احسان رنج و شادی حادث است ** حادثان میرند و حقشان وارث است
- Sabah oldu, ey sabahın penahı Tanrı! (Ben özür serd edemiyorum), bize hizmet eden Hüsâmettin’den sen özür dile!
- صبح شد ای صبح را پشت و پناه ** عذر مخدومی حسام الدین بخواه
- Aklı-ı Küll’ün ve canın özür dileyeni sensin; canların canı, mercanın parıltısı sensin.
- عذر خواه عقل کل و جان تویی ** جان جان و تابش مرجان تویی
- Sabahın nuru parladı, biz de bu sabah çağında senin Mansur şarabını içmekteyiz.
- تافت نور صبح و ما از نور تو ** در صبوحی با می منصور تو
- Senin feyzin bizi böyle mest ettikçe şarap ne oluyor ki bize neşe versin! 1810
- دادهی تو چون چنین دارد مرا ** باده که بود کاو طرب آرد مرا
- Şarap, coşkunlukla bizim yoksulumuzdur; felek; dönüşte aklımızın fakiridir.
- باده در جوشش گدای جوش ماست ** چرخ در گردش گدای هوش ماست
- Şarap bizden sarhoş oldu, biz ondan değil... Beden bizden var oldu, biz ondan değil!
- باده از ما مست شد نی ما از او ** قالب از ما هست شد نی ما از او
- Biz arı gibiyiz, bedenler mum gibi. Tanrı, bedenleri bal mumu gibi göz göz ev ev yapmıştır.
- ما چو زنبوریم و قالبها چو موم ** خانه خانه کرده قالب را چو موم
- Tacir hikâyesine dönüş
- رجوع به حکایت خواجهی تاجر
- Bu bahis çok uzundur, tacirin hikâyesini anlat ki o iyi adamın ne hale geldiği, ne olduğu anlaşılsın.
- بس دراز است این حدیث خواجه گو ** تا چه شد احوال آن مرد نکو
- Tacir, ateşler, dertler, feryatlar içinde, böyle yüzlerce karmakarışık sözler söylüyordu. 1815
- خواجه اندر آتش و درد و حنین ** صد پراکنده همیگفت این چنین
- Gâh birbirini tutmaz sözler söylüyor, gâh naz ediyor, gâh niyaz eyliyor; gâh hakikat aşkını, gâh mecaz sevdasını ifade ediyordu.
- گه تناقض گاه ناز و گه نیاز ** گاه سودای حقیقت گه مجاز
- Suya batan adam fazla debelenir, eline geçen ota tutunur.
- مرد غرقه گشته جانی میکند ** دست را در هر گیاهی میزند
- O tehlike zamanında elini kim tutacak diye can korkusuyla şuraya, buraya elini sallar durur, yüzmeye çalışıp çabalar.
- تا کدامش دست گیرد در خطر ** دست و پایی میزند از بیم سر
- Sevgili, bu divaneliği, bu perişanlığı sever. Beyhude yere çalışıp çabalamak, uyumaktan iyidir.
- دوست دارد یار این آشفتگی ** کوشش بیهوده به از خفتگی
- Padişah olan; işsiz, güçsüz değildir. Hasta olmayanın feryat ve figan etmesi, şaşılacak şeydir! 1820
- آن که او شاه است او بیکار نیست ** ناله از وی طرفه کاو بیمار نیست
- Tanrı, ey oğul, onun için “Külle yevmin hüve fi şe’n “ buyurdu.
- بهر این فرمود رحمان ای پسر ** کل يوم هو فی شأن ای پسر
- Bu yolda yolun, tırmalan, son nefese kadar bir an bile boş durma!
- اندر این ره میتراش و میخراش ** تا دم آخر دمی فارغ مباش
- Olabilir ki son nefeste bir dem inayete erişirsin. O inayet, seni sırdaş eder.
- تا دم آخر دمی آخر بود ** که عنایت با تو صاحب سر بود
- Padişahın kulağı, gözü penceredir; erkeğin canı olsun, kadının canı olsun... bir can neye çalışırsa, onu duyar, görür!
- هر چه میکوشند اگر مرد و زن است ** گوش و چشم شاه جان بر روزن است
- Tacirin, ölü duduyu kafesten dışarı atması ve dudunun uçması
- برون انداختن مرد تاجر طوطی را از قفس و پریدن طوطی مرده
- Tacir ondan sonra duduyu kafesten dışarı attı. Duducuk, uçup bir yüksek ağacın dalına kondu. 1825
- بعد از آنش از قفس بیرون فگند ** طوطیک پرید تا شاخ بلند
- Güneş, ufuktan nasıl süratle doğarsa o dudu da, o çeşit uçtu.
- طوطی مرده چنان پرواز کرد ** کافتاب از چرخ ترکی تاز کرد
- Tacir, hiçbir şeyden haberi yokken kuşun esrarını bu işe şaşırıp kaldı.
- خواجه حیران گشت اندر کار مرغ ** بیخبر ناگه بدید اسرار مرغ
- Yüzünü yukarı çevirip “Ey bülbül! Halini bildir, bu hususta bize de bir nasip ver!
- روی بالا کرد و گفت ای عندلیب ** از بیان حال خودمان ده نصیب
- Hindistan’daki dudu ne yaptı da sen öğrendin, bir oyun ettin, canımızı yaktın!” dedi.
- او چه کرد آن جا که تو آموختی ** ساختی مکری و ما را سوختی
- Dudu dedi ki: “O, hareketiyle bana nasihat etti; “Güzelliği, söz söylemeyi ve neşeyi bırak; 1830
- گفت طوطی کاو به فعلم پند داد ** که رها کن لطف آواز و وداد
- Çünkü söz söylemen seni hapse tıktı” dedi. Bu nasihati vermek için kendisini ölü gösterdi.
- ز آن که آوازت ترا در بند کرد ** خویشتن مرده پی این پند کرد
- Yani “Ey avama karşı da, havassa karşı da nağme ve terennümde bulunan! Benim gibi öl ki kurtulasın.
- یعنی ای مطرب شده با عام و خاص ** مرده شو چون من که تا یابی خلاص
- Tane gibi olursan seni kuşcağızlar toparlar, gonca gibi olursan da çocuklar yolarlar. (T.M. 1830)
- دانه باشی مرغکانت بر چنند ** غنچه باشی کودکانت بر کنند
- Taneni sakla, tamamıyla tuzak görün; goncanı gizle, damda bitmiş ot gibi ol. (T.M. 1831)
- دانه پنهان کن بکلی دام شو ** غنچه پنهان کن گیاه بام شو
- Kim güzelliğini mezada çıkarırsa ona yüzlerce kötü kaza yüz gösterir. 1835
- هر که داد او حسن خود را در مزاد ** صد قضای بد سوی او رو نهاد
- Düşmanların kem gözleri, kin ve gayızları, hasetleri; kovalardan su boşalır gibi başına boşalır.
- چشمها و خشمها و رشکها ** بر سرش ریزد چو آب از مشکها
- Düşmanlar kıskançlıklarından onu parça parça ederler; dostlar da ömrünü heva ve hevesle zayi eder, geçirirler.
- دشمنان او را ز غیرت میدرند ** دوستان هم روزگارش میبرند
- Bahar zamanı, ekin ekmekten gafil kişi, bu zamanın kıymetini ne bilsin!
- آن که غافل بود از کشت بهار ** او چه داند قیمت این روزگار
- Tanrı lütfunun himayesine sığınman gerektir. Çünkü Tanrı, ruhlara yüzlerce lütuflar döktü.
- در پناه لطف حق باید گریخت ** کاو هزاران لطف بر ارواح ریخت
- Tanrı’nın lütfuna sığınman gerek ki bir penah bulasın. Ama nasıl penah? Su ve ateş bile senin askerin olur. 1840
- تا پناهی یابی آن گه چون پناه ** آب و آتش مر ترا گردد سپاه
- Nûh’a ve Mûsâ’ya deniz dost olmadı mı? Düşmanlarını da kinle kahretmedi mi?
- نوح و موسی را نه دریا یار شد ** نه بر اعداشان به کین قهار شد
- Ateş, İbrahim’e kale olup da Nemrut’un kalbinden duman çıkartmadı mı?
- آتش ابراهیم را نی قلعه بود ** تا بر آورد از دل نمرود دود
- Dağ, Yahya’yı kendisine çağırarak ona kastedenleri taşlarıyla paralayıp sürmedi mi?
- کوه یحیی را نه سوی خویش خواند ** قاصدانش را به زخم سنگ راند
- Ey Yahya! Kaç, bana gel de keskin kılıçlardan seni kurtarayım, demedi mi? “ dedi” diye cevap verdi.
- گفت ای یحیی بیا در من گریز ** تا پناهت باشم از شمشیر تیز
- Dudunun tacire veda edip uçması
- وداع کردن طوطی خواجه را و پریدن
- Dudu ona hoşa gider bir iki nasihat verdi, sonra “Allahaısmarladık, artık ayrılık zamanı geldi” dedi. 1845
- یک دو پندش داد طوطی بینفاق ** بعد از آن گفتش سلام الفراق
- Efendisi dedi ki: “Allah selâmet versin git. Sen bana yeni bir yol gösterdin”.
- خواجه گفتش فی أمان الله برو ** مر مرا اکنون نمودی راه نو
- Tacir, kendi kendine dedi ki: Bu bana nasihatti. Onun yolunu tutayım, o yol aydın bir yol.
- خواجه با خود گفت کاین پند من است ** راه او گیرم که این ره روشن است
- Benim canım neden dududan aşağı olsun? Can dediğin de böyle iyi bir iz izlemeli.”
- جان من کمتر ز طوطی کی بود ** جان چنین باید که نیکو پی بود
- Halkın, bir kişiyi ululamasının ve halk tarafından parmakla gösterilmenin kötülüğü
- مضرت تعظیم خلق و انگشت نمای شدن
- Ten kafese benzer. Girenlerin, çıkanların, insanla dostluk edenlerin aldatmasıyla can bedende dikendir.
- تن قفس شکل است تن شد خار جان ** در فریب داخلان و خارجان
- Bu, “Ben senin sırdaşın olayım” der. Öbürü “Hayır, senin akranın, emsalin benim”der. 1850
- اینش گوید من شوم هم راز تو ** و آنش گوید نی منم انباز تو
- Bu der ki: “Varlık âleminde güzellik fazilet, iyilik ve cömertlik bakımından senin gibi hiçbir kimse yok.”
- اینش گوید نیست چون تو در وجود ** در جمال و فضل و در احسان و جود
- Öbürü der ki: “İki cihan da senindir. Bütün canlarımız senin canına tâbidir.”
- آنش گوید هر دو عالم آن تست ** جمله جانهامان طفیل جان تست
- O da, halkı, kendisinin sarhoşu görünce kibirlenir, elden, avuçtan çıkmağa başlar.
- او چو بیند خلق را سر مست خویش ** از تکبر میرود از دست خویش
- Şeytan onun gibi binlerce kişiyi ırmağa atmıştır!
- او نداند که هزاران را چو او ** دیو افکنده ست اندر آب جو
- Dünyanın lütfetmesi ve yaltaklanması, hoş bir lokmadır, ama az ye. Çünkü ateşten bir lokmadır! 1855
- لطف و سالوس جهان خوش لقمهای است ** کمترش خور کان پر آتش لقمهای است