English    Türkçe    فارسی   

1
1929-1978

  • Kulak ver! O nağmeler uzakta değil; fakat sana söylemeğe izin yok.
  • گوش را نزدیک کن کان دور نیست ** لیک نقل آن به تو دستور نیست‌‌
  • Agâh ol ki veliler, zamanın İsrafil’idirler. Ölüler, onlardan can bulur, gelişirler. 1930
  • هین که اسرافیل وقت‌‌اند اولیا ** مرده را ز یشان حیات است و حیا
  • Ölü canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların sesinden sıçrayıp kalkarlar
  • جان هر یک مرده‌‌ای از گور تن ** بر جهد ز آوازشان اندر کفن‌‌
  • Derler ki: Bu ses, öbür seslerden bambaşka; çünkü diriltmek Tanrı sesinin işidir.
  • گوید این آواز ز آوازها جداست ** زنده کردن کار آواز خداست‌‌
  • Biz öldük, tamamıyla çürüdük, mahvolduk. Fakat Tanrı sesi gelince hepimiz dirildik, kalktık.
  • ما بمردیم و بکلی کاستیم ** بانگ حق آمد همه برخاستیم‌‌
  • Tanrı sesi ister hicap ardından, ister hicapsız gelsin... Cebrail, Meryem’e, yakasından üfleyerek ne verdiyse Tanrı sesi de insana onu verir.
  • بانگ حق اندر حجاب و بی‌‌حجاب ** آن دهد کو داد مریم را ز جیب‌‌
  • Ey derileri altında yokluğun çürütüp mahvettiği kimseler! Sevgilinin sesiyle yokluktan dönün, tekrar var olun! 1935
  • ای فناتان نیست کرده زیر پوست ** باز گردید از عدم ز آواز دوست‌‌
  • O ses, Tanrı kulunun boğazından çıksa da esasen ve mutlaka Padişahtan gelmektedir.
  • مطلق آن آواز خود از شه بود ** گر چه از حلقوم عبد الله بود
  • Tanrı ona dedi ki: “Ben dilim, sen vücutsun. Ben senin hislerin, memnuniyet ve gazabınım,
  • گفته او را من زبان و چشم تو ** من حواس و من رضا و خشم تو
  • Yürü! Benimle duyan, benimle gören sensin. Sır sahibi olmak da ne demek? Bizzat sır sensin.
  • رو که بی‌‌یسمع و بی‌‌یبصر تویی ** سر تویی چه جای صاحب سر تویی‌‌
  • Sen mademki hayret âleminde “Lillâh” sırrına mazhar oldun, ben de senin olurum. Çünkü “Kim, Tanrı’nın olursa Tanrı onun olur.”
  • چون شدی من کان لله از وله ** من ترا باشم که کان الله له‌‌
  • Sana bazen sensin derim, bazen de benim derim. Ne dersem diyeyim, ben aydın ve parlak bir güneşim. 1940
  • گه تویی گویم ترا گاهی منم ** هر چه گویم آفتاب روشنم‌‌
  • Her nerede bir çırağlıktan parlasan orada bütün âlemin müşkülleri hallolur.
  • هر کجا تابم ز مشکات دمی ** حل شد آن جا مشکلات عالمی‌‌
  • Güneşin bile gideremediği, aydınlatamadığı karanlık, bizim nefsimizden kuşluk çağı gibi aydınlanır.
  • ظلمتی را کافتابش بر نداشت ** از دم ما گردد آن ظلمت چو چاشت‌‌
  • Âdem evlâdına esmasını bizzat gösterdi. ( Âdem’i, isimlerine mazhar etti); diğer mevcudata esma, Âdem’den açıldı.
  • آدمی را او به خویش اسما نمود ** دیگران را ز آدم اسما می‌‌گشود
  • Nurunu, istersen Âdem’den al, istersen ondan şarabı, dilersen küpten al, dilersen testiden!
  • خواه ز آدم گیر نورش خواه از او ** خواه از خم گیر می‌‌خواه از کدو
  • Çünkü bu testi, küple adamakıllı birleşmiştir; o iyi bahtlı testi, senin gibi (zahiri zevklerle şad değil, hakiki neşeyle neşelenmiş) tir. 1945
  • کاین کدو با خنب پیوسته ست سخت ** نی چو تو شاد آن کدوی نیک بخت‌‌
  • Mustafa, “Beni görene benim yüzümü gören kişiyi görene ne mutlu” dedi.
  • گفت طوبی من رآنی مصطفا ** و الذی یبصر لمن وجهی رأی‌‌
  • Bir mumdan yanmış olan çırağı gören, yakînen o mumu görmüştür.
  • چون چراغی نور شمعی را کشید ** هر که دید آن را یقین آن شمع دید
  • Bu tarzda o mumdan yakılan çırağdan başka bir çırağ, ondan da diğer bir mum yakılsa ve ta yüzüncü muma kadar, hep o ilk mumun nuru intikal etse, sonuncu mumu görmek, hepsinin aslı olan ilk mumu görmektir.
  • همچنین تا صد چراغ ار نقل شد ** دیدن آخر لقای اصل شد
  • İstersen o nuru, son çırağdan al, istersen ilk çırağdan hiç fark yok.
  • خواه از نور پسین بستان تو آن ** هیچ فرقی نیست خواه از شمع‌‌دان‌‌
  • Nuru, dilersen son gelenlerin mumundan gör, dilersen geçmişlerin mumundan. 1950
  • خواه بین نور از چراغ آخرین ** خواه بین نورش ز شمع غابرین‌‌
  • “ Zamanınızdaki günlerde Rabbinizin güzel kokuları vardır. Kendinize gelin; o güzel kokuları almaya çalışın “ hadisinin tefsiri
  • در بیان این حدیث که إن لربکم فی أیام دهرکم نفحات ألا فتعرضوا لها
  • Peygamber, “Hakkın güzel ve temiz kokuları, bu günlerde esecek,
  • گفت پیغمبر که نفحتهای حق ** اندر این ایام می‌‌آرد سبق‌‌
  • O vakitlere kulak verin, aklınız o vakitlerde olsun ki, bu çeşit güzel kokuları alasınız, bu fırsatı kaçırmayınız dedi.
  • گوش و هش دارید این اوقات را ** در ربایید این چنین نفحات را
  • Güzel koku geldi, sizin haberiniz yokken esip, esip gitti... Dilediğine can bağışlayıp geçti.
  • نفحه آمد مر شما را دید و رفت ** هر که را که خواست جان بخشید و رفت‌‌
  • Başka bir koku daha erişti; uyanık ol ey arkadaş, uyanık ol ki bundan da mahrum kalmayasın.
  • نفحه‌‌ی دیگر رسید آگاه باش ** تا از این هم وانمانی خواجه‌‌تاش‌‌
  • Ateş meşrepli olan can, ondan ateş söndürme kabiliyetini kazandı. Hoş olmayan can, onun lûtfu ile hoş bir hale geldi. 1955
  • جان ناری یافت از وی انطفا ** مرده پوشید از بقای او قبا
  • Bu tazelik, Tûbâ ağacının tazeliği; bu hareket, Tûbâ ağacının hareketidir. Halkın hareketlerine benzemez.
  • تازگی و جنبش طوبی است این ** همچو جنبشهای حیوان نیست این‌‌
  • Eğer bu ebedî nefha, yere göğe nazil olsa… yer ehliyle gök ehlinin ödleri su kesilirdi.
  • گر در افتد در زمین و آسمان ** زهره‌‌هاشان آب گردد در زمان‌‌
  • Esasen bu nihayeti olmayan nefhanın korkusundan, gökler, yeryüzü ve dağlar o emaneti yüklenmekten çekindiler. “Feebeyne en yahmilnehâ” ayetini oku da gör.
  • خود ز بیم این دم بی‌‌منتها ** باز خوان فأبين أن یحملنها
  • Korkusundan dağın yüreği kan olmasaydı “Eşfakne minhâ” denir miydi?
  • ور نه خود أشفقن منها چون بدی ** گرنه از بیمش دل که خون شدی‌‌
  • Bu Tanrı kokusu dün gece bize bir başka türlü zuhur etti, fakat birkaç lokma geldi, kapıyı kapadı. 1960
  • دوش دیگر لون این می‌‌داد دست ** لقمه‌‌ی چندی در آمد ره ببست‌‌
  • Lokma için bir Lokman, rehin oldu. Şimdi Lokman'ın sırası; ey lokma sen çekil.
  • بهر لقمه گشته لقمانی گرو ** وقت لقمان است ای لقمه برو
  • Bu mihnet ve meşakkat lokması yüzünden Lokman'ın ayağına batan dikeni çıkarın.
  • از هوای لقمه‌‌ی این خار خار ** از کف لقمان همی‌‌جویید خار
  • Onun ayağında diken değil, gölgesi bile yok. Fakat siz, hırstan onu fark edemiyorsunuz.
  • در کف او خار و سایه‌‌ش نیز نیست ** لیکتان از حرص آن تمییز نیست‌‌
  • Hurma olarak gördüğünü diken bil. Çünkü sen çok nankör, çok görgüsüzsün!
  • خار دان آن را که خرما دیده‌‌ای ** ز آن که بس نان کور و بس نادیده‌‌ای‌‌
  • Lokmanın canı, Tanrının bir gül bahçesindeyken neden can ayağı bir dikenden incinsin. 1965
  • جان لقمان که گلستان خداست ** پای جانش خسته‌‌ی خاری چراست‌‌
  • Bu diken yiyen vücut, devedir. Mustafa’dan doğan da bu deveye binmiştir.
  • اشتر آمد این وجود خار خوار ** مصطفی زادی بر این اشتر سوار
  • Ey deve! Sırtında öyle bir gül dengi var ki kokusundan sende, yüzlerce gül bahçesi meydana gelmiştir.
  • اشترا تنگ گلی بر پشت تست ** کز نسیمش در تو صد گلزار رست‌‌
  • Hâlbuki sen, hâlâ mugeylân dikenine ve kumsala meylediyorsun. Bu arta kalası dikenden gülü nasıl toplayacaksın?
  • میل تو سوی مغیلان است و ریگ ** تا چه گل چینی ز خار مرده‌‌ریگ‌‌
  • Ey bu arama yüzünden taraf taraf, bucak bucak dolaşıp duran! Ne vakte kadar “Nerede bu gül bahçesi” diyeceksin?
  • ای بگشته زین طلب از کو به کو ** چند گویی کین گلستان کو و کو
  • Ayağındaki bu dikeni çıkarmadıkça gözün görmez. Nasıl dönüp dolaşabilirsin? 1970
  • پیش از آن کین خار پا بیرون کنی ** چشم تاریک است جولان چون کنی‌‌
  • Ne şaşılacak şey, cihana sığmayan Âdemoğlu, gizlice bir dikenin başında dolaşıp durmakta!
  • آدمی کاو می‌‌نگنجد در جهان ** در سر خاری همی‌‌گردد نهان‌‌
  • Mustafa bir hemdem elde etmek için geldi; “Kellimînî yâ Humeyrâ” dedi.
  • مصطفی آمد که سازد هم دمی ** کلمینی یا حمیراء کلمی‌‌
  • “Ey Humeyrâ! Nalı ateşe koyda bu dağ, lâl haline gelsin” buyurdu.
  • ای حمیراء آتش اندر  نه تو نعل ** تا ز نعل تو شود این کوه لعل
  • Humeyrâ kelimesi, müennestir, can da müennsi semâidir. Araplar cana müennes demişlerdir.
  • این حمیراء لفظ تانیث است و جان ** نام تانیث‌‌اش نهند این تازیان‌‌
  • Fakat canın müenneslikten pervası yok. Çünkü ruhun ne erkekle bir alakası var, ne kadınla! 1975
  • لیک از تانیث جان را باک نیست ** روح را با مرد و زن اشراک نیست‌‌
  • Müzekkerden de yükselir, müennesten de. Bu, kurudan yaştan meydana gelen ruh (-u hayvanî) değildir ki.
  • از مونث وز مذکر برتر است ** این نه آن جان است کز خشک و تر است‌‌
  • Bu can, ekmekten kuvvetlenen yahut kâh şöyle, kâh böyle bir hale gelen can değildir.
  • این نه آن جان است کافزاید ز نان ** یا گهی باشد چنین گاهی چنان‌‌
  • Bu ruh hoşluk verir, hoştur, hoşluğun ta kendisidir. Ey maksadına erişmek için vesilelere baş vuran! Hoş olmayan, insanı hoş bir hale getiremez.
  • خوش کننده ست و خوش و عین خوشی ** بی‌‌خوشی نبود خوشی ای مرتشی‌‌