- Bu Tanrı kokusu dün gece bize bir başka türlü zuhur etti, fakat birkaç lokma geldi, kapıyı kapadı. 1960
- دوش دیگر لون این میداد دست ** لقمهی چندی در آمد ره ببست
- Lokma için bir Lokman, rehin oldu. Şimdi Lokman'ın sırası; ey lokma sen çekil.
- بهر لقمه گشته لقمانی گرو ** وقت لقمان است ای لقمه برو
- Bu mihnet ve meşakkat lokması yüzünden Lokman'ın ayağına batan dikeni çıkarın.
- از هوای لقمهی این خار خار ** از کف لقمان همیجویید خار
- Onun ayağında diken değil, gölgesi bile yok. Fakat siz, hırstan onu fark edemiyorsunuz.
- در کف او خار و سایهش نیز نیست ** لیکتان از حرص آن تمییز نیست
- Hurma olarak gördüğünü diken bil. Çünkü sen çok nankör, çok görgüsüzsün!
- خار دان آن را که خرما دیدهای ** ز آن که بس نان کور و بس نادیدهای
- Lokmanın canı, Tanrının bir gül bahçesindeyken neden can ayağı bir dikenden incinsin. 1965
- جان لقمان که گلستان خداست ** پای جانش خستهی خاری چراست
- Bu diken yiyen vücut, devedir. Mustafa’dan doğan da bu deveye binmiştir.
- اشتر آمد این وجود خار خوار ** مصطفی زادی بر این اشتر سوار
- Ey deve! Sırtında öyle bir gül dengi var ki kokusundan sende, yüzlerce gül bahçesi meydana gelmiştir.
- اشترا تنگ گلی بر پشت تست ** کز نسیمش در تو صد گلزار رست
- Hâlbuki sen, hâlâ mugeylân dikenine ve kumsala meylediyorsun. Bu arta kalası dikenden gülü nasıl toplayacaksın?
- میل تو سوی مغیلان است و ریگ ** تا چه گل چینی ز خار مردهریگ
- Ey bu arama yüzünden taraf taraf, bucak bucak dolaşıp duran! Ne vakte kadar “Nerede bu gül bahçesi” diyeceksin?
- ای بگشته زین طلب از کو به کو ** چند گویی کین گلستان کو و کو
- Ayağındaki bu dikeni çıkarmadıkça gözün görmez. Nasıl dönüp dolaşabilirsin? 1970
- پیش از آن کین خار پا بیرون کنی ** چشم تاریک است جولان چون کنی
- Ne şaşılacak şey, cihana sığmayan Âdemoğlu, gizlice bir dikenin başında dolaşıp durmakta!
- آدمی کاو مینگنجد در جهان ** در سر خاری همیگردد نهان
- Mustafa bir hemdem elde etmek için geldi; “Kellimînî yâ Humeyrâ” dedi.
- مصطفی آمد که سازد هم دمی ** کلمینی یا حمیراء کلمی
- “Ey Humeyrâ! Nalı ateşe koyda bu dağ, lâl haline gelsin” buyurdu.
- ای حمیراء آتش اندر نه تو نعل ** تا ز نعل تو شود این کوه لعل
- Humeyrâ kelimesi, müennestir, can da müennsi semâidir. Araplar cana müennes demişlerdir.
- این حمیراء لفظ تانیث است و جان ** نام تانیثاش نهند این تازیان
- Fakat canın müenneslikten pervası yok. Çünkü ruhun ne erkekle bir alakası var, ne kadınla! 1975
- لیک از تانیث جان را باک نیست ** روح را با مرد و زن اشراک نیست
- Müzekkerden de yükselir, müennesten de. Bu, kurudan yaştan meydana gelen ruh (-u hayvanî) değildir ki.
- از مونث وز مذکر برتر است ** این نه آن جان است کز خشک و تر است
- Bu can, ekmekten kuvvetlenen yahut kâh şöyle, kâh böyle bir hale gelen can değildir.
- این نه آن جان است کافزاید ز نان ** یا گهی باشد چنین گاهی چنان
- Bu ruh hoşluk verir, hoştur, hoşluğun ta kendisidir. Ey maksadına erişmek için vesilelere baş vuran! Hoş olmayan, insanı hoş bir hale getiremez.
- خوش کننده ست و خوش و عین خوشی ** بیخوشی نبود خوشی ای مرتشی
- Sen şekerden tatlı bir hale gelsen bile o tat bazen senden gidiverir, bu mümkündür.
- چون تو شیرین از شکر باشی بود ** کان شکر گاهی ز تو غایب شود
- Fakat fazla vefakârlık sebebiyle tamamen şeker olursan buna imkân yoktur. Nasıl olurda şekerden tat ayrılır, imkânı var mı? 1980
- چون شکر گردی ز تاثیر وفا ** پس شکر کی از شکر باشد جدا
- Ey hoş arkadaş! Âşık, halis ve sâf şarabı, kendisinden bulur, onunla gıdalanırsa bu makamda artık akıl kaybolur, (bu sırra akıl ermez).
- عاشق از خود چون غذا یابد رحیق ** عقل آن جا گم شود گم ای رفیق
- Aklı cüzi sırra sahip gibi görünürse de hakikatte aşkı inkâr eder.
- عقل جزوی عشق را منکر بود ** گر چه بنماید که صاحب سر بود
- Zekidir bilir; fakat yok olmamıştır. Melek bile yok olmadıkça şeytandır.
- زیرک و داناست اما نیست نیست ** تا فرشته لا نشد اهریمنی است
- Aklı cüzi sözde ve işte bizim dostumuzdur. Ama hal bahsine gelirsen orada bir hiçten, bir yoktan ibarettir.
- او به قول و فعل یار ما بود ** چون به حکم حال آیی لا بود
- Varlıktan fâni olmadığı için o, hiçtir, yoktur. Kendi dileğiyle yok olmayınca nihayet zorla, istemediği halde yok olacaktır. Bu da ona yeter. 1985
- لا بود چون او نشد از هست نیست ** چون که طوعا لا نشد کرها بسی است
- Can, kemaldir, çağırması sesi de kemaldir. Onun için Mustafa “Ey Bilâl bizi dinlendir ferahlandır;
- جان کمال است و ندای او کمال ** مصطفی گویان ارحنا یا بلال
- Ey Bilâl! Gönlüne nefhettiğim o nefhadan, o feyizden dalga dalga coşan sesini yücelt.
- ای بلال افراز بانگ سلسلت ** ز آن دمی کاندر دمیدم در دلت
- Âdem’i bile kendinden geçiren, gök ehlinin bile akıllarını hayrete düşüren o nefhayla sesini yükselt!” buyurdu.
- ز آن دمی کادم از آن مدهوش گشت ** هوش اهل آسمان بیهوش گشت
- Mustafa o güzel sesle kendinden geçti. Ta’rîs gecesinde namazı kaçtı.
- مصطفی بیخویش شد ز آن خوب صوت ** شد نمازش از شب تعریس فوت
- O mübarek uykudan başkaldırmadı; sabah namazının vakti geçip kuşluk çağı geldi. 1990
- سر از آن خواب مبارک بر نداشت ** تا نماز صبحدم آمد به چاشت
- Ta’rîs gecesi, o gelinin huzurunda tertemiz canları, el öpme devletine erişti.
- در شب تعریس پیش آن عروس ** یافت جان پاک ایشان دستبوس
- Aşk ve can... her ikisi de gizli ve örtülüdür. Tanrıya gelin dediğim için beni ayıplama.
- عشق و جان هر دو نهانند و ستیر ** گر عروسش خواندهام عیبی مگیر
- Sevgili, benim sözüme darılsaydı susardım; bana bir lâhzacık mühlet verseydi sükût ederdim.
- از ملولی یار خامش کردمی ** گر همو مهلت بدادی یک دمی
- Fakat “Söyle, bu söz ayıp olmaz. Senin sözün, gayb âlemindeki kaza ve kaderin zuhurundan başka bir şey değildir” demekte.
- لیک میگوید بگو هین عیب نیست ** جز تقاضای قضای غیب نیست
- Ayıptan başka bir şey görmeyene ayıptır. Fakat gayb âleminin pâk ruhu, hiç ayıp görür mü? 1995
- عیب باشد کاو نبیند جز که عیب ** عیب کی بیند روان پاک غیب
- Ayıp cahil mahlûka nispetle ayıptır; makbul Tanrıya nispetle değil.
- عیب شد نسبت به مخلوق جهول ** نی به نسبت با خداوند قبول
- Küfür bile yaratana nispetle bir hikmettir. Fakat bize nispet edecek olursan bir âfet, bir felâkettir.
- کفر هم نسبت به خالق حکمت است ** چون به ما نسبت کنی کفر آفت است
- Birisinde yüzlerce faziletle beraber bir de ayıp bulunsa o ayıp nebatatın sapı mesabesindedir.
- ور یکی عیبی بود با صد حیات ** بر مثال چوب باشد در نبات
- Terazide her ikisini de birlikte tartarlar. Çünkü nebatat ve sap… İkisi de bedenle can gibi bağdaşmıştır.
- در ترازو هر دو را یکسان کشند ** ز آن که آن هر دو چو جسم و جان خوشند
- Şu halde büyükler, bu sözü boş yere söylemediler: Temiz kişilerin cisimleri de, can gibi saftır. 2000
- پس بزرگان این نگفتند از گزاف ** جسم پاکان عین جان افتاد صاف
- Onların sözleri de nişanı olmayan ve bir kayda gelmeyen can olmuştur, nefisleri de, suretleri de.
- گفتشان و نفسشان و نقششان ** جمله جان مطلق آمد بینشان
- Onlara düşman olanların canları ise sırf cisimdir. O düşman, tavla oyununda kırılmış zar gibi faydasızdır, ancak bir addan ibarettir.
- جان دشمن دارشان جسم است صرف ** چون زیاد از نرد او اسم است صرف
- Düşman toprağa girdi, tamamı ile toprak oldu. Bu ise tuzlaya düşüp tamamı ile arındı.
- آن به خاک اندر شد و کل خاک شد ** وین نمک اندر شد و کل پاک شد
- O tuz, öyle bir tuzdur ki Muhammed, ondan meslâhat kazanmış, o yüzden melih sözü fasih olmuştur.
- آن نمک کز وی محمد املح است ** ز آن حدیث با نمک او افصح است
- Bu tuz, bu melâhat, ondan miras kalmıştır; vârisleri de seninledir, ara bul! 2005
- این نمک باقی است از میراث او ** با تواند آن وارثان او بجو
- Vârisler senin huzurunda oturuyorlar, fakat nerede senin huzurun? Senin önündedirler, fakat nerede önü sonu düşünen can?
- پیش تو شسته ترا خود پیش کو ** پیش هستت جان پیش اندیش کو
- Eğer sen, kendinde ön, art olduğunu sanıyorsan cisme bağlısın, candan mahrumsun.
- گر تو خود را پیش و پس داری گمان ** بستهی جسمی و محرومی ز جان
- Alt, üst, ön, art; cismin vasfıdır. Nurani olan can ise bunlardan münezzeh ve cihetsizdir.
- زیر و بالا پیش و پس وصف تن است ** بیجهت آن ذات جان روشن است
- Kısa görüşlüler gibi zanna düşmemek için gözünü, o pâ padişahın nuruyla aç!
- بر گشا از نور پاک شه نظر ** تا نپنداری تو چون کوته نظر