English    Türkçe    فارسی   

1
2495-2544

  • İnsan mertebesinin de Tanrı velîlerinin elinde hayvan gibi mağlûp olduğunu anla ey yoksul! 2495
  • مرتبه‌‌ی انسان به دست اولیا ** سغبه چون حیوان شناسش ای کیا
  • Ahmed, irşadederken halka “Kullarım” dedi. Tanrı bütün âlemi “ Kul yâ ibâdî” diye çağır” buyurdu.
  • بنده‌‌ی خود خواند احمد در رشاد ** جمله عالم را بخوان قل یا عباد
  • Senin aklın deveciye benzer, sen de devesin, Akıl, seni, ister istemez hükmünce çekip durmaktadır.
  • عقل تو همچون شتربان تو شتر ** می‌‌کشاند هر طرف در حکم مر
  • Velîler, akılların aklıdır. Akıllar da ta en sonuncusuna kadar develere benzer.
  • عقل عقلند اولیا و عقلها ** بر مثال اشتران تا انتها
  • Onlara ibretle bak: bir kılavuz, yüz binlerce can!
  • اندر ایشان بنگر آخر ز اعتبار ** یک قلاووز است جان صد هزار
  • Ne kılavuzu ne deveciyi! Sen, güneşi gören gözü bul da sonra bak! 2500
  • چه قلاووز و چه اشیربان بیاب ** دیده‌ای کان دیده بیند آفتاب
  • Bütün cihan, gece içinde kalmış, karanlıklara mıhlanmış, güneşi ve gündüzü bekleyip durmakta.
  • نک جهان در شب بمانده میخ دوز ** منتظر موقوف خورشید است و روز
  • İşte sana zerrede gizli güneş, işte sana kuzu postuna bürünmüş erkek aslan.
  • اینت خورشیدی نهان در ذره‌‌ای ** شیر نر در پوستین بره‌‌ای‌‌
  • İşte sana saman altında gizli bir deniz! Kendine gel, o samana şüphe ile ayak basma!
  • اینت دریایی نهان در زیر کاه ** پا بر این که هین منه با اشتباه‌‌
  • Ama yol gösterici hakkında içe gelen şüphe, Tanrı rahmetidir.
  • اشتباهی و گمانی در درون ** رحمت حق است بهر رهنمون‌‌
  • Her peygamber dünyaya tek gelmiştir. Tektir ama içinde yüzlerce âlem gizli. 2505
  • هر پیمبر فرد آمد در جهان ** فرد بود و صد جهانش در نهان
  • Âlem-i Kübra, kudretle sihir yaptı da cirmini, küçücük bir suret içinde gizledi.
  • عالم کبری به قدرت سحر کرد ** کرد خود را در کهین نقشی نورد
  • Ahmaklar onu tek ve zayıf gördüler. Hiç padişahın dostu olan zayıf olur mu?
  • ابلهانش فرد دیدند و ضعیف ** کی ضعیف است آن که با شه شد حریف‌‌
  • Ahmaklar, "O, ancak bir tek kişiden ibaret!” dediler. Vay âkıbeti düşünmeyen!
  • ابلهان گفتند مردی بیش نیست ** وای آن کاو عاقبت اندیش نیست‌‌
  • His gözünün Salih Peygamber’i ve devesini hakîr görmesi… Ulu Tanrı, bir orduyu helâk etmek isterse, düşmanları, galip olsalar bile onlara hor ve pek az gösterir “ Ve yukallilüküm fî a’yünihim liyakdiyallahu ermen kâne mef’ûlâ “
  • حقیر و بی‌‌خصم دیدن دیده‌‌های حس صالح و ناقه‌‌ی صالح را، چون خواهد که حق لشکری را هلاک کند در نظر ایشان حقیر نماید خصمان را و اندک اگر چه غالب باشد آن خصم و يقللکم فی أعينهم ليقضي الله أمرا کان مفعولا
  • Salih’in devesi görünüşte deveydi, o zâlim kavim, bilgisizlik yüzünden deveyi kestiler.
  • ناقه‌‌ی صالح به صورت بد شتر ** پی بریدندش ز جهل آن قوم مر
  • Su için deveye düşman olduklarından kendileri, mezara su ve ekmek oldular. ( helâk olup mezarı doyurdular). 2510
  • از برای آب چون خصمش شدند ** نان کور و آب کور ایشان بدند
  • Tanrı devesi, ırmaktan buluttan su içmekteydi. Onlar, Hakk’ın suyunu Hak’tan esirgediler.
  • ناقة الله آب خورد از جوی و میغ ** آب حق را داشتند از حق دریغ‌‌
  • Salih’in devesi, salih kişilerin cisimleri gibidir; onlar kötülerin helâki için tuzaktır.
  • ناقه‌‌ی صالح چو جسم صالحان ** شد کمینی در هلاک طالحان‌‌
  • Neticede” Tanrı devesinden ve içeceğinden çekinin” hükmü, o ümmeti ne dertlere uğrattı, onları nasıl helâk etti!
  • تا بر آن امت ز حکم مرگ و درد ** ناقة الله و سقیاها چه کرد
  • Tanrı kahrının şahnesi, bir devenin kanına diyet olarak onlardan bütün bir şehri diledi.
  • شحنه‌‌ی قهر خدا ز یشان بجست ** خونبهای اشتری شهری درست‌‌
  • Ruh, Salih gibidir,ten de deveye benzer. Ruh vuslattadır ten ihtiyaç içindedir. 2515
  • روح همچون صالح و تن ناقه است ** روح اندر وصل و تن در فاقه است‌‌
  • Temiz ruha zarar vermenin imkânı yoktur. Tanrı yaralanmaz.
  • روح صالح قابل آفات نیست ** زخم بر ناقه بود بر ذات نیست‌‌
  • Böyle ruha sahip olanlara kimse galip gelemez. Zarar gelse bile sedefe gelir, inciye değil.
  • کس نیابد بر دل ایشان ظفر ** بر صدف آمد ضرر نی بر گهر
  • Temiz ruha zarar vermenin imkânı yoktur. Tanrı’nın nuru, kâfirlere mağlup olmaz.
  • روح صالح قابل آزار نیست ** نور یزدان سغبه‌‌ی کفار نیست‌‌
  • Can, toprağa mensup cisme, kötü kişiler, incitsinler de Tanrı imtihanını görsünler diye ulaştı, bu yüzden cisimle bağdaştı, birleşti.
  • حق از آن پیوست با جسمی نهان ** تاش آزارند و بینند امتحان‌‌
  • Canı inciten kişinin, bu incitmenin Tanrı’yı incitme olduğundan haberi yoktur. Bilmiyor ki bu küpün suyu ırmak suyu ile birleşmiştir. 2520
  • بی‌‌خبر کآزار این آزار اوست ** آب این خم متصل با آب جوست‌‌
  • Tanrı bütün âleme penah olsun diye bir cisme alâka bağlamıştır.
  • ز آن تعلق کرد با جسمی اله ** تا که گردد جمله عالم را پناه‌‌
  • Tanrı velisinin cisim devesine kul ol ki Salih Peygamberle kapı yoldaşı olasın.
  • ناقه‌‌ی جسم ولی را بنده باش ** تا شوی با روح صالح خواجه‌‌تاش‌‌
  • Salih peygamber, “ Madem ki haset ettiniz, bu işi yaptınız… üç gün sonra Tanrı’dan azap erişecek.
  • گفت صالح چون که کردید این حسد ** بعد سه روز از خدا نقمت رسد
  • Ondan üç gün sonra da can alıcı Tanrı’dan başka bir âfet gelecek ki onun üç alâmeti vardır:
  • بعد سه روز دگر از جان ستان ** آفتی آید که دارد سه نشان‌‌
  • Hepinizin yüzünüzün rengi değişir. Birbirinize bakınca yüzlerinizi türlü türlü renklerde görürsünüz. 2525
  • رنگ روی جمله تان گردد دگر ** رنگ رنگ مختلف اندر نظر
  • İlk günlerde yüzleriniz safran gibi sararır; ikinci günü erguvan gibi kızarır.
  • روز اول رویتان چون زعفران ** در دوم رو سرخ همچون ارغوان‌‌
  • Üçüncü günü yüzleriniz tamamı ile kararır, ondan sonra da Tanrı’nın kahrı gelir, çatar.
  • در سوم گردد همه روها سیاه ** بعد از آن اندر رسد قهر اله‌‌
  • Eğer bu tehdide benden delil isterseniz devenin yavrusunu daha doğru kovalayın!
  • گر نشان خواهید از من زین وعید ** کره‌‌ی ناقه به سوی که دوید
  • Eğer tutabilirseniz derdinize çare bulunur. Tutamazsanız ümit kuşu uzaktan kaçtı, gitti!” dedi.
  • گر توانیدش گرفتن چاره هست ** ور نه خود مرغ امید از دام جست‌‌
  • Kimse yavruya erişmedi; dağlar arasına dalıp kayboldu. 2530
  • کس نتانست اندر آن کره رسید ** رفت در کهسارها شد ناپدید
  • Salih dedi ki: “Gördünüz mü Tanrı’nın bu kazası nasıl geldi? Artık ümidin boynunu vurdu.”
  • گفت دیدید آن قضا مبرم شده ست ** صورت اومید را گردن زده ست‌‌
  • Devenin yavrusu nedir? Salih? Peygamberin gönlü. Onun hatırını ele alın, onun isteğini yerine getirin.
  • کره‌‌ی ناقه چه باشد خاطرش ** که بجا آرید ز احسان و برش‌‌
  • Onun gönlünü alırsanız azaptan kurtuldunuz; yoksa, pişman olduğunuzun, ümitsizliğe düştüğünüzün günüdür.
  • گر بجا آید دلش رستید از آن ** ور نه نومیدید و ساعد را گزان‌‌
  • Salih’ten bu bulanık vâdi duydukları gibi azaba göz dikip beklemeye başladılar.
  • چون شنیدند این وعید منکدر ** چشم بنهادند و آن را منتظر
  • Birinci gün yüzlerinin sarardığını gördüler.Ümitsizlikle soğuk soğuk ah etmeye başladılar. 2535
  • روز اول روی خود دیدند زرد ** می‌‌زدند از ناامیدی آه سرد
  • İkinci günü hepsinin yüzü kızardı. Artık ümit ve tövbe nöbeti kayboldu.
  • سرخ شد روی همه روز دوم ** نوبت اومید و توبه گشت گم‌‌
  • Üçüncü gün hepsinin yüzü kapkara kesildi. Salih Peygamberin hükmü: cenksiz, cidalsiz doğru çıktı.
  • شد سیه روز سوم روی همه ** حکم صالح راست شد بی‌‌ملحمه‌‌
  • Hepsi de ümitsiz bir hale gelince kuşlar gibi ayaklarını altlarına alıp iki dizlerinin üstlerine çöktüler.
  • چون همه در ناامیدی سر زدند ** همچو مرغان در دو زانو آمدند
  • Cibril-i Emin, bu diz çökmeyi Peygambere “Câsimîn” âyetini getirerek Kur’an’da anlattı.
  • در نبی آورد جبریل امین ** شرح این زانو زدن را جاثمین‌‌
  • Sana diz çökmeyi öğrettikleri ve seni bu çeşit diz çökmeden korkuttukları vakit, yani belâ gelmeden diz çök! 2540
  • زانو آن دم زن که تعلیمت کنند ** وز چنین زانو زدن بیمت کنند
  • Salih’in kavmi, Tanrı kahrının zahmını beklediler: o kahır ve azap da gelip o şehri yok etti.
  • منتظر گشتند زخم قهر را ** قهر آمد نیست کرد آن شهر را
  • Salih, halvetten çıkıp şehre doğru gitti; gördü ki şehir duman ve ateş içinde.
  • صالح از خکوت بسوی شهر رفت ** شهر دید اندر میان دود و نفت
  • Onların hâk ile yeksân olmuş cüzülerinden bile feryat ve figanlarını duyuyordu; feryat duyulmaktaydı ama ortada feryat eden yok!
  • ناله از اجزای ایشان می‌‌شنید ** نوحه پیدا نوحه گویان ناپدید
  • Kemiklerinden iniltiler, sızıntılar duydu; canları çiğ taneleri gibi yaş döküyor, ağlıyordu.
  • ز استخوانهاشان شنید او ناله‌‌ها ** اشک ریز از جانشان چون ژاله‌‌ها