- Tanrı devesi, ırmaktan buluttan su içmekteydi. Onlar, Hakk’ın suyunu Hak’tan esirgediler.
- ناقة الله آب خورد از جوی و میغ ** آب حق را داشتند از حق دریغ
- Salih’in devesi, salih kişilerin cisimleri gibidir; onlar kötülerin helâki için tuzaktır.
- ناقهی صالح چو جسم صالحان ** شد کمینی در هلاک طالحان
- Neticede” Tanrı devesinden ve içeceğinden çekinin” hükmü, o ümmeti ne dertlere uğrattı, onları nasıl helâk etti!
- تا بر آن امت ز حکم مرگ و درد ** ناقة الله و سقیاها چه کرد
- Tanrı kahrının şahnesi, bir devenin kanına diyet olarak onlardan bütün bir şehri diledi.
- شحنهی قهر خدا ز یشان بجست ** خونبهای اشتری شهری درست
- Ruh, Salih gibidir,ten de deveye benzer. Ruh vuslattadır ten ihtiyaç içindedir. 2515
- روح همچون صالح و تن ناقه است ** روح اندر وصل و تن در فاقه است
- Temiz ruha zarar vermenin imkânı yoktur. Tanrı yaralanmaz.
- روح صالح قابل آفات نیست ** زخم بر ناقه بود بر ذات نیست
- Böyle ruha sahip olanlara kimse galip gelemez. Zarar gelse bile sedefe gelir, inciye değil.
- کس نیابد بر دل ایشان ظفر ** بر صدف آمد ضرر نی بر گهر
- Temiz ruha zarar vermenin imkânı yoktur. Tanrı’nın nuru, kâfirlere mağlup olmaz.
- روح صالح قابل آزار نیست ** نور یزدان سغبهی کفار نیست
- Can, toprağa mensup cisme, kötü kişiler, incitsinler de Tanrı imtihanını görsünler diye ulaştı, bu yüzden cisimle bağdaştı, birleşti.
- حق از آن پیوست با جسمی نهان ** تاش آزارند و بینند امتحان
- Canı inciten kişinin, bu incitmenin Tanrı’yı incitme olduğundan haberi yoktur. Bilmiyor ki bu küpün suyu ırmak suyu ile birleşmiştir. 2520
- بیخبر کآزار این آزار اوست ** آب این خم متصل با آب جوست
- Tanrı bütün âleme penah olsun diye bir cisme alâka bağlamıştır.
- ز آن تعلق کرد با جسمی اله ** تا که گردد جمله عالم را پناه
- Tanrı velisinin cisim devesine kul ol ki Salih Peygamberle kapı yoldaşı olasın.
- ناقهی جسم ولی را بنده باش ** تا شوی با روح صالح خواجهتاش
- Salih peygamber, “ Madem ki haset ettiniz, bu işi yaptınız… üç gün sonra Tanrı’dan azap erişecek.
- گفت صالح چون که کردید این حسد ** بعد سه روز از خدا نقمت رسد
- Ondan üç gün sonra da can alıcı Tanrı’dan başka bir âfet gelecek ki onun üç alâmeti vardır:
- بعد سه روز دگر از جان ستان ** آفتی آید که دارد سه نشان
- Hepinizin yüzünüzün rengi değişir. Birbirinize bakınca yüzlerinizi türlü türlü renklerde görürsünüz. 2525
- رنگ روی جمله تان گردد دگر ** رنگ رنگ مختلف اندر نظر
- İlk günlerde yüzleriniz safran gibi sararır; ikinci günü erguvan gibi kızarır.
- روز اول رویتان چون زعفران ** در دوم رو سرخ همچون ارغوان
- Üçüncü günü yüzleriniz tamamı ile kararır, ondan sonra da Tanrı’nın kahrı gelir, çatar.
- در سوم گردد همه روها سیاه ** بعد از آن اندر رسد قهر اله
- Eğer bu tehdide benden delil isterseniz devenin yavrusunu daha doğru kovalayın!
- گر نشان خواهید از من زین وعید ** کرهی ناقه به سوی که دوید
- Eğer tutabilirseniz derdinize çare bulunur. Tutamazsanız ümit kuşu uzaktan kaçtı, gitti!” dedi.
- گر توانیدش گرفتن چاره هست ** ور نه خود مرغ امید از دام جست
- Kimse yavruya erişmedi; dağlar arasına dalıp kayboldu. 2530
- کس نتانست اندر آن کره رسید ** رفت در کهسارها شد ناپدید
- Salih dedi ki: “Gördünüz mü Tanrı’nın bu kazası nasıl geldi? Artık ümidin boynunu vurdu.”
- گفت دیدید آن قضا مبرم شده ست ** صورت اومید را گردن زده ست
- Devenin yavrusu nedir? Salih? Peygamberin gönlü. Onun hatırını ele alın, onun isteğini yerine getirin.
- کرهی ناقه چه باشد خاطرش ** که بجا آرید ز احسان و برش
- Onun gönlünü alırsanız azaptan kurtuldunuz; yoksa, pişman olduğunuzun, ümitsizliğe düştüğünüzün günüdür.
- گر بجا آید دلش رستید از آن ** ور نه نومیدید و ساعد را گزان
- Salih’ten bu bulanık vâdi duydukları gibi azaba göz dikip beklemeye başladılar.
- چون شنیدند این وعید منکدر ** چشم بنهادند و آن را منتظر
- Birinci gün yüzlerinin sarardığını gördüler.Ümitsizlikle soğuk soğuk ah etmeye başladılar. 2535
- روز اول روی خود دیدند زرد ** میزدند از ناامیدی آه سرد
- İkinci günü hepsinin yüzü kızardı. Artık ümit ve tövbe nöbeti kayboldu.
- سرخ شد روی همه روز دوم ** نوبت اومید و توبه گشت گم
- Üçüncü gün hepsinin yüzü kapkara kesildi. Salih Peygamberin hükmü: cenksiz, cidalsiz doğru çıktı.
- شد سیه روز سوم روی همه ** حکم صالح راست شد بیملحمه
- Hepsi de ümitsiz bir hale gelince kuşlar gibi ayaklarını altlarına alıp iki dizlerinin üstlerine çöktüler.
- چون همه در ناامیدی سر زدند ** همچو مرغان در دو زانو آمدند
- Cibril-i Emin, bu diz çökmeyi Peygambere “Câsimîn” âyetini getirerek Kur’an’da anlattı.
- در نبی آورد جبریل امین ** شرح این زانو زدن را جاثمین
- Sana diz çökmeyi öğrettikleri ve seni bu çeşit diz çökmeden korkuttukları vakit, yani belâ gelmeden diz çök! 2540
- زانو آن دم زن که تعلیمت کنند ** وز چنین زانو زدن بیمت کنند
- Salih’in kavmi, Tanrı kahrının zahmını beklediler: o kahır ve azap da gelip o şehri yok etti.
- منتظر گشتند زخم قهر را ** قهر آمد نیست کرد آن شهر را
- Salih, halvetten çıkıp şehre doğru gitti; gördü ki şehir duman ve ateş içinde.
- صالح از خکوت بسوی شهر رفت ** شهر دید اندر میان دود و نفت
- Onların hâk ile yeksân olmuş cüzülerinden bile feryat ve figanlarını duyuyordu; feryat duyulmaktaydı ama ortada feryat eden yok!
- ناله از اجزای ایشان میشنید ** نوحه پیدا نوحه گویان ناپدید
- Kemiklerinden iniltiler, sızıntılar duydu; canları çiğ taneleri gibi yaş döküyor, ağlıyordu.
- ز استخوانهاشان شنید او نالهها ** اشک ریز از جانشان چون ژالهها
- Salih bunu duyup ağlamaya başladı: feryat edenlere feryat etmeye koyuldu: 2545
- صالح آن بشنید و گریه ساز کرد ** نوحه بر نوحه گران آغاز کرد
- ”Ey bâtıl yolda yaşayan kavim! Ben sizin çevrinizden Tanrı’ya şikâyet etmiş ağlamıştım.
- گفت ای قومی به باطل زیسته ** وز شما من پیش حق بگریسته
- Tanrı, bana “Onların eziyetlerine sabret; onlara nasihat ver. Zaten devirlerinden çok bir zaman kalmadı” demişti.
- حق بگفته صبر کن بر جورشان ** پندشان ده بس نماند از دورشان
- Ben, “ Cefaları eziyetleri yüzünden onlara nasihat edemiyorum. Nasihat sütü sevgiden, sâflıktan coşup akar” demiştim.
- من بگفته پند شد بند از جفا ** شیر پند از مهر جوشد وز صفا
- Bana o kadar eziyetler ettiniz ki nasihat sütü damarlarımda dondu.
- بس که کردید از جفا بر جای من ** شیر پند افسرد در رگهای من
- Tanrı, bana “Ben sana lûtuf ve inayet eder, o yaralara merhem koyarım” buyurdu. 2550
- حق مرا گفته ترا لطفی دهم ** بر سر آن زخمها مرهم نهم
- Hak, gönlümü gök gibi sâf bir hale getirdi. Gönlümden, sizin cefalarınızı sildi, süpürdü.
- صاف کرده حق دلم را چون سما ** روفته از خاطرم جور شما
- Yine size nasihatler vermeye, şeker gibi temsiller getirmeye , sözler söylemeye başladım.
- در نصیحت من شده بار دگر ** گفته امثال و سخنها چون شکر
- Şekerden taze süt çıkarıp balla şekeri sözlerime katmaya, size tatlı tatlı öğütler vermeye koyuldum.
- شیر تازه از شکر انگیخته ** شیر و شهدی با سخن آمیخته
- O sözler, size zehir gibi tesir etti. Çünkü siz baştan aşağı zehir membaı, zehir madeniydiniz, zehirden ibarettiniz.
- در شما چون زهر گشته آن سخن ** ز آن که زهرستان بدید از بیخ و بن
- Nasıl gamlanayım ki gam baş aşağı yuvarlanıp gitti. Ey inatçı kavim! Gam sizdiniz. 2555
- چون شوم غمگین که غم شد سر نگون ** غم شما بودید ای قوم حرون
- Gamın ölümüne ağlayıp feryat eden olur mu? Baştaki yara iyileşince bu yüzden saçını sakalını yolan bulunur mu?”
- هیچ کس بر مرگ غم نوحه کند ** ریش سر چون شد کسی مو بر کند
- Salih, yüzünü kendine çevirip dedi ki: “Ey feryat eden, onlar feryat etmeye değmez!”
- رو به خود کرد و بگفت ای نوحهگر ** نوحهات را مینیرزد آن نفر
- Ey Kur’an’ı doğru okuyan! Eğri okuma. Zâlim kavmin ardından nasıl yas tutayım?
- کژ مخوان ای راست خوانندهی مبین ** کیف آسی قل لقوم ظالمین
- Fakat yine gözünden, gönlünden yaşlar akmaya başladı. Onda sebepsiz bir merhamet hâsıl oldu.
- باز اندر چشم و دل او گریه یافت ** رحمتی بیعلتی در وی بتافت
- Gözyaşı damarları (yağmur gibi) yağmaktaydı, kendisi de şaşırmıştı. Bu katralar, cömertlik ve kerem denizinin sebepsiz akan katralarıydı. 2560
- قطره میبارید و حیران گشته بود ** قطرهی بیعلت از دریای جود