- Gerçi mâna, bu suretten zâhir olmaktadır ama bir cihetten mânaya yakındır, bir bakımdan mânaya uzak! 2640
- گر چه شد معنی در این صورت پدید ** صورت از معنی قریب است و بعید
- Delâlet hususunda mâna ile suret, su ile ağaç gibidir. Mahiyetlerine bakarsan birbirlerinden tamamı ile uzaktırlar.
- در دلالت همچو آباند و درخت ** چون به ماهیت روی دورند سخت
- Sen mahiyetleri de bırak, hasasları da. O iki rızık arayan karıkocanın ahvalini anlat.
- ترک ماهیات و خاصیات گو ** شرح کن احوال آن دو ماهرو
- O Arabın, karısının dileğine uyması ve “ Bu inkıyatta bir hilem var, ne de imtihan yoluyla yapıyorum “ diye yemin etmesi
- دل نهادن عرب بر التماس دل بر خویش و سوگند خوردن که در این تسلیم مرا حیلتی و امتحانی نیست
- Arap dedi ki: “Ayrılıktan vazgeçtim. Hüküm senin… Kılıcı kından çek, emret.
- مرد گفت اکنون گذشتم از خلاف ** حکم داری تیغ بر کش از غلاف
- Ne dersen ben sana tâbiim; emrin, ister iyi olsun, ister kötü... ona bakmam.
- هر چه گویی من ترا فرمانبرم ** در بد و نیک آمد آن ننگرم
- Senin uğruna feda olayım; çünkü seni seviyorum. Sevgi; insanı kör eder, sağır yapar.” 2645
- در وجود تو شوم من منعدم ** چون محبم حب یعمی و یصم
- Kadın “Sahiden beni seviyor musun, yoksa hile ile sırrımı öğrenmek mi istiyorsun?” dedi.
- گفت زن آهنگ برم میکنی ** یا به حیلت کشف سرم میکنی
- Erkek dedi ki: “Gizli sırları bilen ve Âdem Safi’yi yaratan Tanrı hakkı için (Seni seviyorum).
- گفت و الله عالم السر الخفی ** کافرید از خاک آدم را صفی
- Tanrı, Âdem’e üç arşın bir boy verdiği halde ruhlarda, levhlerde ne varsa hepsini gösterdi.
- در سه گز قالب که دادش وا نمود ** هر چه در الواح و در ارواح بود
- Tanrı, ona ezelden ebede kadar ne varsa ve ne olacaksa, önceden ve “Allemelesmâ” sından ders verdi, öğretti.
- تا ابد هر چه بود او پیش پیش ** درس کرد از علم الاسماء خویش
- Bu suretle melekler, onun ders vermesine hayran oldular, kendilerinden geçtiler. Onun takdisiyle başka bir mukaddesliğe eriştiler. 2650
- تا ملک بیخود شد از تدریس او ** قدس دیگر یافت از تقدیس او
- Âdem’in yüzünden nail oldukları fütuhata, göklerde bile erişememişlerdir.
- آن گشادیشان کز آدم رو نمود ** در گشاد آسمانهاشان نبود
- Âdem’in o pak ruhunun fezasına nispetle yedi gök sahası bile dardı.
- در فراخی عرصهی آن پاک جان ** تنگ آمد عرصهی هفت آسمان
- Peygamber dedi ki “Tanrı; 'Ben yücelere, aşağılara sığmam.
- گفت پیغمبر که حق فرموده است ** من نگنجم هیچ در بالا و پست
- Yere, göğe, hatta arşa sığmam' buyurdu." Bunu, ey aziz, yakînen bil.
- در زمین و آسمان و عرش نیز ** من نگنجم این یقین دان ای عزیز
- Fakat şaşılacak şeydir ki inanan kişinin kalbine sığarım. Beni ararsan inanan gönüllerde ara buyurdu” dedi. 2655
- در دل مومن بگنجم ای عجب ** گر مرا جویی در آن دلها طلب
- Tanrı dedi ki: “Ey haramdan, şüpheli şeylerden sakınan! Kullarımın arasına gir ki bu suretle beni görme cennetine erişesin.”
- گفت ادخل فی عبادی تلتقی ** جنة من رؤیتی یا متقی
- Arş, bile o nuriyle, o genişliğiyle beraber Âdem’ görünce yerinden kalktı.
- عرش با آن نور با پهنای خویش ** چون بدید آن را برفت از جای خویش
- Arşın sonsuz bir büyüklüğü var, fakat mânaya karşı suret nedir ki?
- خود بزرگی عرش باشد بس مدید ** لیک صورت کیست چون معنی رسید
- Her melek diyordu ki: Bizim bundan önce yeryüzüyle üfletimiz vardı.
- هر ملک میگفت ما را پیش از این ** الفتی میبود بر گرد زمین
- Hizmet ve ibadet tohumunu yere ekiyorduk. Yere olan bu meylimize, bu alâkamıza da şaşmaktaydık. 2660
- تخم خدمت بر زمین میکاشتیم ** ز آن تعلق ما عجب میداشتیم
- Gökten yaratıldığımız halde yeryüzüne bu alâkamız nedir?
- کاین تعلق چیست با این خاکمان ** چون سرشت ما بده ست از آسمان
- Biz nurlarız, karanlıklarla ülfetimiz neden? Nur zulmetlerle yaşayabilir mi?
- الف ما انوار با ظلمات چیست ** چون تواند نور با ظلمات زیست
- Ey Âdem! O ülfet, senin kokundanmış. Çünkü cisminin nesci yeryüzü.
- آدما آن الف از بوی تو بود ** ز آن که جسمت را زمین بد تار و پود
- Topraktan olan cismini yeryüzünde dokudular; pak nurunu burada buldular.
- جسم خاکت را از اینجا بافتند ** نور پاکت را در اینجا یافتند
- Şimdi canımızın ruhundan bulduğu ülfet, bundan önce cisminin yoğrulduğu topraktan parlıyordu. 2665
- این که جان ما ز روحت یافته ست ** پیش پیش از خاک آن میتافته ست
- Yeryüzündeydik ama yerden gafildik, orada gömülü olan defineden haberimiz yoktu.
- در زمین بودیم و غافل از زمین ** غافل از گنجی که در وی بد دفین
- Tanrı da bize oradan göklere sefer etmeyi emredince, bu yurt değiştirme, acı geldi.
- چون سفر فرمود ما را ز آن مقام ** تلخ شد ما را از آن تحویل کام
- O yüzden Tanrı’ya deliller getirerek “Ey Tanrı! Bizim yerimize kim gelecek?
- تا که حجتها همیگفتیم ما ** که بجای ما کی آید ای خدا
- Bu tesbih ve tehlinin nurunu, dedikoduya satıyorsun” dedik.
- نور این تسبیح و این تهلیل را ** میفروشی بهر قال و قیل را
- Tanrı hükmü, bize rahmet yaygısını döşedi:”Açıkça istediğinizi söyleyin. 2670
- حکم حق گسترد بهر ما بساط ** که بگویید از طریق انبساط
- Tek evlâtların babalarına söyledikleri gibi ağzınıza ne gelirse çekinmeden deyin.
- هر چه آید بر زبانتان بیحذر ** همچو طفلان یگانه با پدر
- Çünkü bu sözler, yaraşmasa bile rahmetim, gazabımdan artıktır.
- ز آن که این دمها چه گر نالایق است ** رحمت من بر غضب هم سابق است
- Ey melek! Bunu meydana çıkarmak için gönlünüze şüpheler salmaktayım;
- از پی اظهار این سبق ای ملک ** در تو بنهم داعیهی اشکال و شک
- Sen söyleyesin; ben darılmayayım, gazaplanmayayım. Bu suretle de benim hilmimi inkâr eden ağız açamasın.
- تا بگویی و نگیرم بر تو من ** منکر حلمم نیارد دم زدن
- Her nefeste bizim hilmimizden yüzlerce baba yüzlerce ana doğar, yokluğa dalıp mahvolur. 2675
- صد پدر صد مادر اندر حلم ما ** هر نفس زاید در افتد در فنا
- O babaların, o anaların hilmi, şefkati, bizim hilim ve şefkat denizimizin köpüğüdür. Köpük gider gelir ama deniz bâkidir dedi.”
- حلم ایشان کف بحر حلم ماست ** کف رود آید ولی دریا به جاست
- Hayır, ne dedim? O inciye karşı bu sedef, köpük değil, köpüğünün köpüğüdür.
- خود چه گویم پیش آن در این صدف ** نیست الا کف کف کف کف
- İşte o köpük hakkı için, o sâf deniz hakkı için bu söz bir sınama, bir lâf değil.
- حق آن کف حق آن دریای صاف ** که امتحانی نیست این گفت و نه لاف
- Sevgiden, vefadan, boyun büküp teslim olmadan ileri gelmiştir. Huzuruna varacağım Tanrı hakkı için.
- از سر مهر و صفاء است و خضوع ** حق آن کس که بدو دارم رجوع
- Bu hevesim, sence sınamadan ibaretse bu sınamamı sına. 2680
- گر به پیشت امتحان است این هوس ** امتحان را امتحان کن یک نفس
- Sırrını saklama ki sırrım meydana çıksın. Elimden geleni; gücümün yettiğini buyur!
- سر مپوشان تا پدید آید سرم ** امر کن تو هر چه بر وی قادرم
- Gönlündekini benden gizleme de benim gönlümdeki de ortaya çıksın bu suretle ne yapabileceksem kabul edeyim.
- دل مپوشان تا پدید آید دلم ** تا قبول آرم هر آن چه قابلم
- Fakat nasıl edeyim; elimde ne çare var? Bir bak hele, canım ne işe yarar ki?
- چون کنم در دست من چه چاره است ** در نگر تا جان من چه کاره است
- Kadının kocasına rızık isteme yolunu göstermesi, onun da kabul etmesi
- تعیین کردن زن طریق طلب روزی کدخدای خود را و قبول کردن او
- Kadın dedi ki:”Bir güneş doğmuş, bütün cihan ondan aydınlanmıştır.
- گفت زن یک آفتابی تافته ست ** عالمی زو روشنایی یافته ست
- O Tanrı vekili, Tanrı halifesidir. Bağdat şehri, onun yüzünden bahar gibidir. 2685
- نایب رحمان خلیفهی کردگار ** شهر بغداد است از وی چون بهار
- O padişaha ulaşabilirsen padişah olursun. Ne vakte kadar ikbal sahibi olmayanların yanına gidip duracaksın?
- گر بپیوندی بدان شه شه شوی ** سوی هر ادبار تا کی میروی
- İkbal sahiplerinin dostluğu kimya gibidir. Onların nazarına benzer kimya nerede?
- همنشینی مقبلان چون کیمیاست ** چون نظرشان کیمیایی خود کجاست
- Ahmed’in gözü Ebubekir’e değince o bir tasdik yüzünden Sıddıyk olmuştur.”
- چشم احمد بر ابو بکری زده ** او ز یک تصدیق صدیق آمده
- Kocası, “Ben padişah huzuruna nasıl kabul olunurum; bir bahanesiz onun yanına nasıl giderim?
- گفت من شه را پذیرا چون شوم ** بیبهانه سوی او من چون روم