English    Türkçe    فارسی   

1
3198-3247

  • Ey güneş gibi gökyüzünün ışığı olan güzel! Ona baktıkça kendi güzel yüzünü görürsün.
  • تا ببینی روی خوب خود در آن ** ای تو چون خورشید شمع آسمان‌‌
  • Gözümün nuru, sana ayna getirdim, ona bakıp yüzünü gördükçe beni hatırlarsın” dedi.
  • آینه آوردمت ای روشنی ** تا چو بینی روی خود یادم کنی‌‌
  • Koynundan aynayı çıkarıp sundu. Güzeller, aynayla meşgul olurlar. 3200
  • آینه بیرون کشید او از بغل ** خوب را آیینه باشد مشتغل‌‌
  • Varlığın aynası nedir? Yokluk. Ahmak değilsen yokluğu ihtiyar et.
  • آینه‌‌ی هستی چه باشد نیستی ** نیستی بر گر تو ابله نیستی‌‌
  • Varlık, yoklukta görünebilir. Zenginler, yoksula cömertlik edebilirler.
  • هستی اندر نیستی بتوان نمود ** مال داران بر فقیر آرند جود
  • Ekmeğin saf aynası açtır; kav da çakmak taşının aynasıdır.
  • آینه‌‌ی صافی نان خود گرسنه ست ** سوخته هم آینه‌‌ی آتش زنه ست‌‌
  • Bir yerde yokluk ve noksan oldu mu...bu, bütün sanatların güzelliğine aynadır.
  • نیستی و نقص هر جایی که خاست ** آینه‌‌ی خوبی جمله‌‌ی پیشه‌‌هاست‌‌
  • Elbise biçilmiş, dikilmiş olursa terzinin mahareti görünebilir mi? 3205
  • چون که جامه چست و دوزیده بود ** مظهر فرهنگ درزی چون شود
  • Budaklar yontulmamış olmalı ki marangoz onu yontsun, rendelesin... Ondan asla, yahut fer’e ait bir şey yapsın.
  • ناتراشیده همی‌‌باید جذوع ** تا دروگر اصل سازد یا فروع‌‌
  • Usta kırıkçı nerede ayağı kırılmış varsa oraya gider.
  • خواجه‌‌ی اشکسته بند آن جا رود ** که در آن جا پای اشکسته بود
  • Hasta ve arık kişi olmazsa tıp sanatının güzelliği nasıl görünür?
  • کی شود چون نیست رنجور نزار ** آن جمال صنعت طب آشکار
  • Ey ulu kişi! Bakırların bayalığı, aşağılığı olmasa kimya nasıl olur da zuhur eder?
  • خواری و دونی مسها بر ملا ** گر نباشد کی نماید کیمیا
  • Noksanlar, kemal vasfının aynasıdır. O horluk, yücelik ve ululuğa aynadır. 3210
  • نقصها آیینه‌‌ی وصف کمال ** و آن حقارت آینه‌‌ی عز و جلال‌‌
  • Çünkü yakinen zıt, zıddı gösterir. Ondan dolayı bal, sirke ile görünür, (sirkengebin olur)
  • ز آن که ضد را ضد کند پیدا یقین ** ز آن که با سرکه پدید است انگبین‌‌
  • Kim, kendi noksanını görüp anlarsa yedeğinde dokuz at olduğu halde tekemmül yolunda koşar.
  • هر که نقص خویش را دید و شناخت ** اندر استکمال خود ده اسبه تاخت‌‌
  • Kendisini kâmil sanan, ululuk sahibi Tanrı’nın yolunda uçamaz.
  • ز آن نمی‌‌پرد به سوی ذو الجلال ** کاو گمانی می‌‌برد خود را کمال‌‌
  • Ey mağrur ve sapık! Canında kendini kâmil sanmaktan daha beter bir illet olamaz.
  • علتی بدتر ز پندار کمال ** نیست اندر جان تو ای ذو دلال‌‌
  • Senden bu kendini beğenme defoluncaya kadar gönlünden de çok kan akar, gözünden de! 3215
  • از دل و از دیده‌‌ات بس خون رود ** تا ز تو این معجبی بیرون رود
  • İblis’in illeti “Ben, Âdem’den hayırlıyım” demesiydi. Bu hastalık, her mahlûkta vardır.
  • علت ابلیس انا خیری بده ست ** وین مرض در نفس هر مخلوق هست‌‌
  • Bu hastalığa müptelâ olan, kendisini hor görse bile sen onu, altında pislik olan sâf su bil!
  • گر چه خود را بس شکسته بیند او ** آب صافی دان و سرگین زیر جو
  • İmtihan kasdıyla onu bir karıştırsan hemen su bulanır, pislik rengini alır.
  • چون بشوراند ترا در امتحان ** آب سرگین رنگ گردد در زمان‌‌
  • Ey yiğit! Irmak sana sâf ve berrak görünüyor ama senin ırmağının dibinde de pislik var.
  • در تگ جو هست سرگین ای فتی ** گر چه جو صافی نماید مر ترا
  • Yol bilen anlayışlı pîr, Nefs-i küll bağlarına ark kazıcıdır. 3220
  • هست پیر راه دان پر فطن ** باغهای نفس کل را جوی کن‌‌
  • Irmak, kendisini nereden temizleyecek? İnsanın bilgisi, Tanrı bilgisiyle fayda verir.
  • جوی خود را کی تواند پاک کرد ** نافع از علم خدا شد علم مرد
  • Kılıç sapını kesebilir mi? Yürü, bu yarayı bir cerraha göster.
  • کی تراشد تیغ دسته‌‌ی خویش را ** رو به جراحی سپار این ریش را
  • Kimse, yarasının kötülüğünü görmesin diye her yaranın üstüne sinek üşer.
  • بر سر هر ریش جمع آمد مگس ** تا نبیند قبح ریش خویش کس‌‌
  • O sinekler; senin düşüncelerin, mallarındır; yaran da ahvalindeki zulmet!
  • آن مگس اندیشه‌‌ها و آن مال تو ** ریش تو آن ظلمت احوال تو
  • Eğer o yaraya pîr merhem korsa o zaman derdin iyileşir, feryat ve figanın kesilir. 3225
  • ور نهد مرهم بر آن ریش تو پیر ** آن زمان ساکن شود درد و نفیر
  • Yara sahibi, merhem konunca sıhhat buldum sanır. Halbuki hakikatte oraya merhemin ışığı vurmuştur.
  • تا که پندارد که صحت یافته ست ** پرتو مرهم بر آن جا تافته ست‌‌
  • Kendine gel, ey sırtı yaralı, merhemden baş çekme; iyileşince de kendi kendime iyileştim deme, sıhhati merhemden bil!
  • هین ز مرهم سر مکش ای پشت ریش ** و آن ز پرتو دان مدان از اصل خویش‌‌
  • Vahiy kâtibine vahyin ışığı urunca âyeti Peygamber Aleyhisselâm’dan önce okuması ve “Bana da vahiy geliyor” diyerek dininden dönmesi
  • مرتد شدن کاتب وحی به سبب آن که پرتو وحی بر او زد آن آیت را پیش از پیغامبر صلی الله علیه و اله بخواند گفت پس من هم محل وحیم‌‌
  • Osman’dan önce bir kâtip vardı. Vahyi yazmağa gayret ederdi.
  • پیش از عثمان یکی نساخ بود ** کاو به نسخ وحی جدی می‌‌نمود
  • Peygamber, kendisine vahyedilen âyetleri söyledi mi o, hemen kâğıda yazardı.
  • چون نبی از وحی فرمودی سبق ** او همان را وانبشتی بر ورق‌‌
  • Vahyin ışığı, kâtibe vurunca, gönlüne bazı hikmetler doğardı. 3230
  • پرتو آن وحی بر وی تافتی ** او درون خویش حکمت یافتی‌‌
  • Peygamber de onun içine doğanları aynen söylerdi. O herzevekil, bu kadarcık bir şeyden azdı. Yoldan çıkıp.
  • عین آن حکمت بفرمودی رسول ** زین قدر گمراه شد آن بو الفضول‌‌
  • ”Tanrıdan nur alan Peygamber, ne söylüyorsa o söylediği şey, benim gönlümde, o hakikat benim de gönlüme doğmakta” dedi.
  • کانچه می‌‌گوید رسول مستنیر ** مر مرا هست آن حقیقت در ضمیر
  • Düşüncesinin ışığı, Peygambere vurdu, kâtibin canına Tanrı’nın kahrı gelip çattı.
  • پرتو اندیشه‌‌اش زد بر رسول ** قهر حق آورد بر جانش نزول‌‌
  • Hem kâtiplikten çıktı, hem dinden. Kinlenip Mustafa’ya ve dine düşman oldu.
  • هم ز نساخی بر آمد هم ز دین ** شد عدوی مصطفی و دین به کین‌‌
  • Mustafa “ Ey inatçı kâfir! Nur, sendense niçin şimdi kapkara kesildin? 3235
  • مصطفی فرمود کای گبر عنود ** چون سیه گشتی اگر نور از تو بود
  • Eğer Tanrı ırmağının kaynağı olsaydın böyle bir kara suyun bendini açmaz, akıtmazdın” dedi.
  • گر تو ینبوع الهی بودیی ** این چنین آب سیه نگشودیی‌‌
  • Şunun, bunun yanında namusum bir paralık olmasın düşüncesi, ağzını bağladı.
  • تا که ناموسش به پیش این و آن ** نشکند بر بست این او را دهان‌‌
  • Bu yüzden içten yanıp yakılıyordu. Fakat şaşılacak şey şurası ki tövbe de edemiyordu.
  • اندرون می‌‌سوختش هم زین سبب ** توبه کردن می‌‌نیارست این عجب‌‌
  • Ah ediyordu, fakat ah etmesi faydasız. Kılıç gelmiş, kelleyi uçurmuştu.
  • آه می‌‌کرد و نبودش آه سود ** چون در آمد تیغ و سر را در ربود
  • Tanrı, namusu, ar ve hayayı yüz batman ağırlığında bir demir yapmıştır. Nice kişiler, görünmez bağlarla bağlanıp kalmıştır! 3240
  • کرده حق ناموس را صد من حدید ** ای بسا بسته به بند ناپدید
  • Kibir ve kâfirlik, o yolu, o kadar bağlamıştır ki kibir ve küfür sahibi, açıkça ah edemez bile!
  • کبر و کفر آن سان ببست آن راه را ** که نیارد کرد ظاهر آه را
  • Tanrı “Onların boyunlarına zincirler vurduk, başlarını yukarı kaldırmışlardır, indiremezler “ dedi. Bu zincirler, bizden dışarıda değil.
  • گفت اغلالا فهم به مقمحون ** نیست آن اغلال بر ما از برون‌‌
  • “Önlerine, artlarına mânialar koyduk, gözlerini perdeleyip örttük” buyurdu. Fakat bu hale uğrayan, önündeki, ardındaki mâniaya görmez.
  • خلفهم سدا فأغشیناهم ** می‌‌نبیند بند را پیش و پس او
  • O dikilen mânianın çetinliği görünmez. Çünkü o kişi, kaza ve kaderin tesiriyle kurulduğunu bilmez.
  • رنگ صحرا دارد آن سدی که خاست ** او نمی‌‌داند که آن سد قضاست‌‌
  • Senin sevgilin, asıl sevgilinin yüzünü örtmekte...mürşidin, asıl mürşidin, sözünü dinlemene mâni olmaktadır. 3245
  • شاهد تو سد روی شاهد است ** مرشد تو سد گفت مرشد است‌‌
  • Nice kâfirler vardır ki din sevdasındadırlar. Fakat namus, kibir, şu bu; onların mâniaları, halleridir.
  • ای بسا کفار را سودای دین ** بندشان ناموس و کبر آن و این‌‌
  • Bu, gizli bir bağdır ama demirden beter. Demir bağı, ancak balta kırar...
  • بند پنهان لیک از آهن بتر ** بند آهن را کند پاره تبر