- O şûle; üçer, dörder kanatlı meleklerin her birine, mertebelerine göre vurmakta, onları nurlandırmaktadır.
- ز اجنحهی نور ثلاث او رباع ** بر مراتب هر ملک را آن شعاع
- Meleklerin kanatları insanların akıl kanatlarına benzer. İnsanların akılları arasında da çok fark vardır.
- همچو پرهای عقول انسیان ** که بسی فرق است شان اندر میان
- İyilikte olsun, kötülükte olsun her insana kendisine benzer bir melek arkadaştır.
- پس قرین هر بشر در نیک و بد ** آن ملک باشد که مانندش بود
- Gözü tahammül edemediği için çipile, yıldız ışık verir, o da bu suretle yol bulur. 3655
- چشم اعمش چون که خور را بر نتافت ** اختر او را شمع شد تا ره بیافت
- Peygamber Sallâllahu Aleyhi Vesellem’in Zeyd’e “Bunun sırrını faşetme; gözet!” demesi
- گفتن پیغامبر علیه السلام مر زید را که این سر را فاش تر از این مگو و متابعت نگاه دار
- Peygamber “ Sahabem yıldızlar gibi yola gidenlere ışık, şeytanlara taştır” dedi.
- گفت پیغمبر که اصحابی نجوم ** رهروان را شمع و شیطان را رجوم
- Herkes uzaktan görebilseydi gökyüzündeki güneşle nurlanırdı.
- هر کسی را گر بدی آن چشم و زور ** کاو گرفتی ز آفتاب چرخ نور
- Ve ey aşağılık kişi, güneşin nuruna delalet etmek üzere yıldıza ne lûzum kalırdı?
- کی ستاره حاجت استی ای ذلیل ** که بدی بر نور خورشید او دلیل
- Ay; buluta, toprağa ve gölge der ki: “Ben de sizin gibi insanım. Ancak bana vahiy geliyor.
- ماه میگوید به خاک و ابر و فی ** من بشر بودم ولی یوحی الی
- Ben de yaratılışta sizin gibi karanlıktım. Fakat vahiy güneşi, bana böyle bir nur verdi. 3660
- چون شما تاریک بودم در نهاد ** وحی خورشیدم چنین نوری بداد
- Güneşlere nispetle biraz karanlığım, fakat insanların karanlıklarına nispetle nurluyum.
- ظلمتی دارم به نسبت با شموس ** نور دارم بهر ظلمات نفوس
- Tahammül edebilesin diye nurum zayıf. Çünkü sen parlak güneşin eri değilsin.
- ز آن ضعیفم تا تو تابی آوری ** که نه مرد آفتاب انوری
- Balla sirkeden meydana gelen sirkengebin gibi ben de nurlu zulmetten meydana geldim ve bu suretle kalp hastalığına yol buldum, faydalı oldum.
- همچو شهد و سرکه در هم بافتم ** تا سوی رنج جگر ره یافتم
- Hasta adam hastalıktan kurtulunca sirkeyi bırak bal yiye gör.”
- چون ز علت وارهیدی ای رهین ** سرکه را بگذار و میخور انگبین
- Gönül tahtı, heva ve hevesten arındı; gönülde “Er Rahmânu alel arşistevâ” sırrı zuhur etti. 3665
- تخت دل معمور شد پاک از هوا ** بین که الرحمن علی العرش استوی
- Bundan sonra Hak, gönle vasıtasız hükmeder. Çünkü gönül bu rabıtayı buldu.
- حکم بر دل بعد از این بیواسطه ** حق کند چون یافت دل این رابطه
- Bu sözün de sonu yoktur. Zeyd nerede? Ona rüsvay olmak iyi değildir, diyeyim!
- این سخن پایان ندارد زید کو ** تا دهم پندش که رسوایی مجو
- Zeyd’in hikâyesine dönüş
- رجوع به حکایت زید
- Artık Zeyd’i bulamazsın, o kaçtı; kapı yanındaki son saftan fırladı, papuçlarını bile bıraktı!
- زید را اکنون نیابی کاو گریخت ** جست از صف نعال و نعل ریخت
- Sen kim oluyorsun? Zeyd bile, üstüne güneş vurmuş yıldız gibi kendisini kaybetti, bulamadı!
- تو که باشی زید هم خود را نیافت ** همچو اختر که بر او خورشید تافت
- Ondan ne bir nakış bulabilirsin, ne bir nişan... Hattâ ne de saman uğrusu yoluna gidebilmek için bir saman çöpü! 3670
- نی از او نقشی بیابی نی نشان ** نی کهی یابی نه راه کهکشان
- Duygularımızla sonu gelmeyen sözümüz, sultanımızın bilgi nurunda mahvoldu.
- شد حواس و نطق با پایان ما ** محو نور دانش سلطان ما
- (Bu mazhariyete erenlerin) duygularıyla akılları iç âlemde “Ledeynâ Muhdarûn” denizinde dalgalanmakta, dalga dalga üstüne, çoşup durmaktadır.
- حسها و عقلهاشان در درون ** موج در موج لدينا محضرون
- Fakat gece olunca gene teklif ve icazet vakti gelir; gizlenmiş yıldızlar işlerine, güçlerine koyulurlar.
- چون شب آمد باز وقت بار شد ** انجم پنهان شده بر کار شد
- Tanrı akılsızların akıllarını kulaklarında halka halka küpeler olduğu halde geri verir.
- بیهشان را وادهد حق هوشها ** حلقه حلقه حلقهها در گوشها
- Hepsi hamdüsena ederek ayaklarını vurur, ellerini çırpar, nazlı nazlı “Rabbimiz bizi dirilttin bize hayat verdin” derler. 3675
- پای کوبان دست افشان در ثنا ** ناز نازان ربنا أحییتنا
- O çürümüş deriler, dökülmüş kemikler, yerden tozlar koparan atlılar kesilir;
- آن جلود و آن عظام ریخته ** فارسان گشته غبار انگیخته
- Kıyamet günü, şükrederek, yahut kâfir olarak yokluktan varlığa hamle ederler.
- حمله آرند از عدم سوی وجود ** در قیامت هم شکور و هم کنود
- Niçin başını çevirir, görmezlikten gelirsin? Önce yoklukta da böyle baş çevirmemiş miydin?
- سر چه میپیچی کنی نادیدهای ** در عدم ز اول نه سرپیچیدهای
- “Beni nerede yerimden tedirgin edecek? Deyip yoklukta da böyle ayağını diremiştin.
- در عدم افشرده بودی پای خویش ** که مرا که بر کند از جای خویش
- Tanrı’nın sun’u; görmüyor musun? Nasıl seni alnındaki perçemden tutup çekerek: 3680
- مینبینی صنع ربانیت را ** که کشید او موی پیشانیت را
- Evvelce hatırı hayalinde olmayan bu çeşit hallere uğrattı.
- تا کشیدت اندر این انواع حال ** که نبودت در گمان و در خیال
- O yokluk da daima Tanrı’ya kuldur. Ey dev, kulluk et. Süleyman diridir!
- آن عدم او را هماره بنده است ** کار کن دیوا سلیمان زنده است
- Dev, havuzlar gibi kâseler yapmakta; kudreti yok ki bu işi yapmaktan vazgeçsin, yahut emredene bir cevap versin!
- دیو میسازد جفان کالجواب ** زهره نی تا دفع گوید یا جواب
- Bir kendine bak, yok olmaktan nasıl titreyip durmaktasın? Yokluğu da aynen böyle tir tir titrer bil!
- خویش را بین چون همیلرزی ز بیم ** مر عدم را نیز لرزان دان مقیم
- Dünya mansıplarını elde etsen bile yine kaybetme korkusundan canın çıkar. 3685
- ور تو دست اندر مناصب میزنی ** هم ز ترس است آن که جانی میکنی
- En güzel olan (Güzeller güzeli ) Tanrı’nın aşkından başka ne varsa can çekişmeden ibarettir, hattâ şeker yemek bile!
- هر چه جز عشق خدای احسن است ** گر شکر خواری است آن جان کندن است
- Can çekişme nedir? Ölüme yaklaşmak, abıhayatı elde edememek.
- چیست جان کندن سوی مرگ آمدن ** دست در آب حیاتی نازدن
- Halkın iki gözü de toprağa ve ölüme saplanmıştır. Abıhayat var mı, yok mu, bunda yüz türlü şüpheler var.
- خلق را دو دیده در خاک و ممات ** صد گمان دارند در آب حیات
- Sen cehdet de bu yüz şüphen de sana düşsün. Geceleyin yürü ,yol al... Uyudun mu gece gitti gider!
- جهد کن تا صد گمان گردد نود ** شب برو ور تو بخسبی شب رود
- O gündüzü geceleyin ara; karanlıkları yakan o aklı, kendine kılavuz yap! 3690
- در شب تاریک جوی آن روز را ** پیش کن آن عقل ظلمت سوز را
- Kötü renkli gecede çok iyilikler vardır. Abıhayat, karanlıkların eşidir, karanlıktadır.
- در شب بد رنگ بس نیکی بود ** آب حیوان جفت تاریکی بود
- Böyle yüzlerce gaflet tohumunu ekip durdukça başını uykudan kaldırabilir misiniz?
- سر ز خفتن کی توان برداشتن ** با چنین صد تخم غفلت کاشتن
- Ölü uyku, ölü lokmaya dost oldu; efendi uyudu, geceleyin iş gören hırsız da hazırlığa koyuldu.
- خواب مرده لقمهی مرده یار شد ** خواجه خفت و دزد شب بر کار شد
- Senin düşmanın kimlerdir? Bilmiyorsun. Ateşten yaratılanlar, topraktan yaratılmışların varlığına düşmandır.
- تو نمیدانی که خصمانت کیاند ** ناریان خصم وجود خاکیاند
- Ateş suyun ve oğullarının düşmanıdır. Nitekim su da ateşin canına düşmandır. 3695
- نار خصم آب و فرزندان اوست ** همچنان که آب خصم جان اوست
- Suyun ve çocuklarının düşmanı olduğundan su da ateşi öldürür, söndürür.
- آب آتش را کشد زیرا که او ** خصم فرزندان آب است و عدو
- Bütün bunlardan sonra ( şunu da bil ki) bu ateş, şehvet ateşidir, günahın suçun aslı ondadır.
- بعد از آن این نار نار شهوت است ** کاندر او اصل گناه و زلت است
- Dış âlemdeki ateşi su söndürür. Fakat şehvet ateşi kıyamete kadar sürüp gider.
- نار بیرونی به آبی بفسرد ** نار شهوت تا به دوزخ میبرد
- Şehvet ateşi, su ile sakin olmaz. Çünkü azap ve elem bakımından cehennem tabiatlıdır.
- نار شهوت مینیارامد به آب ** ز انکه دارد طبع دوزخ در عذاب
- Şehvet ateşine ne çare var? Din nuru. Müminler ;nurunuz kâfirlerin ateşini söndürdü. 3700
- نار شهوت را چه چاره نور دین ** نورکم اطفاء نار الکافرین
- Bu ateşi ne söndürür? Tanrı nuru. Bu hususta İbrahim’in nurunu kendine usta yap.
- چه کشد این نار را نور خدا ** نور ابراهیم را ساز اوستا