English    Türkçe    فارسی   

1
490-539

  • Bir tomarda da; “Bir üstat ara. Akıbeti görme hassasını nesepte (şunun bunun soyundan gelmiş olmakta ve bununla öğünende) bulamazsın. 490
  • در یکی گفته که استادی طلب ** عاقبت بینی نیابی در حسب‌‌
  • Her çeşit din sâlikleri üstat aramaksızın, peygamberlere tâbi olmaksızın işlerin akıbetlerini gördüler, kendi akıllarınca netice hakkında istidlâllerde bulundular da bu yüzden hata ve dalâlete düştüler.
  • عاقبت دیدند هر گون ملتی ** لاجرم گشتند اسیر زلتی‌‌
  • Akıbet görme; elle dokunmuş, örülmüş değildir. Böyle olsaydı dinlerde nasıl ayrılık olurdu?” demişti.
  • عاقبت دیدن نباشد دست‌‌باف ** ور نه کی بودی ز دینها اختلاف‌‌
  • Bir tanesinde demişti ki: “Usta da sensin; çünkü ustayı da sen tanırsın.
  • در یکی گفته که استا هم تویی ** ز انکه استا را شناسا هم تویی‌‌
  • Er ol, erlerin maskarası olma; kendi başının çaresine bak sersemleşme.”
  • مرد باش و سخره‌‌ی مردان مشو ** رو سر خود گیر و سر گردان مشو
  • Bir diğerinde; “Bunların hepsi birdir. İki gören kimse şaşı adamcağızdır” demiş. 495
  • در یکی گفته که این جمله یکی است ** هر که او دو بیند احول مردکی است‌‌
  • Bir tomarda da; “Yüz, nasıl bir olur, bunu kim düşünür, meğerki deli olsun!
  • در یکی گفته که صد یک چون بود ** این کی اندیشد مگر مجنون بود
  • Bunların her biri, öbürünün zıddıdır. Gayrı zehirle şeker nice bir olur?
  • هر یکی قولی است ضد همدگر ** چون یکی باشد یکی زهر و شکر
  • Zehirden de, şekerden de geçmedikçe vahdet bahçesinden nice koku alabilirsin? demişti.
  • تا ز زهر و از شکر در نگذری ** کی تو از گلزار وحدت بر بری‌‌
  • O İsa dinine düşman olan vezir bu tarz da, bu çeşitte on iki tomar yazdı.
  • این نمط وین نوع ده طومار و دو ** بر نوشت آن دین عیسی را عدو
  • İhtilaf; gidiş tarzındadır, yolun hakikatinde değil
  • بیان آن که این اختلافات در صورت روش است نه در حقیقت راه
  • O, İsa’nın bir renkte oluşundan koku almamıştı. O, İsa küpünün mizacından huy kapmamıştı. 500
  • او ز یک رنگی عیسی بو نداشت ** وز مزاج خم عیسی خو نداشت‌‌
  • Yüz renkli elbise, İsa’nın saf küpünden saba rüzgârı gibi sade ve lâtif bir hale gelir, tek bir renge boyanırdı.
  • جامه‌‌ی صد رنگ از آن خم صفا ** ساده و یک رنگ گشتی چون صبا
  • Birlikteki bu tek renklilik, insana usanç ve sıkıntı veren tek renklilik değildir. Belki o tek renk deniz gibidir, ona dalanlar da balık gibi hayat ve neşe içindedirler.
  • نیست یک رنگی کز او خیزد ملال ** بل مثال ماهی و آب زلال‌‌
  • Karada gerçi binlerce renk var, ama balıkların kurulukla cengi var!
  • گر چه در خشکی هزاران رنگهاست ** ماهیان را با یبوست جنگهاست‌‌
  • Misal olarak söylenen balık kimdir, deniz nedir ki yüce ve ulu padişah, ona benzesin!
  • کیست ماهی چیست دریا در مثل ** تا بدان ماند ملک عز و جل‌‌
  • Varlık âlemindeki yüz binlerce denizler ve balıklar, o ikram ve ihsan huzurunda secde ederler. 505
  • صد هزاران بحر و ماهی در وجود ** سجده آرد پیش آن اکرام و جود
  • Nice ihsan yağmuru yağdı da deniz, inciler saçıcı bir hale geldi.
  • چند باران عطا باران شده ** تا بدان آن بحر در افشان شده‌‌
  • Nice kerem güneşi nur saçtı da bulut ve deniz, cömertlik öğrendi.
  • چند خورشید کرم افروخته ** تا که ابر و بحر جود آموخته‌‌
  • Suya ve toprağa zatının ışığı vurdu da o sebeple yeryüzü, tane ve tohum kabul eder oldu.
  • پرتو دانش زده بر آب و طین ** تا شده دانه پذیرنده‌‌ی زمین‌‌
  • Toprak emindir; ona her ne ekersen ihanet görmeksizin onun cinsini toplar, devşirirsin.
  • خاک امین و هر چه در وی کاشتی ** بی‌‌خیانت جنس آن برداشتی‌‌
  • Toprak bu eminliği o eminlikten bulmuştur, çünkü adalet güneşi ona nur saçmıştır. 510
  • این امانت ز آن امانت یافته ست ** کافتاب عدل بر وی تافته ست‌‌
  • İlkbahar, Hak fermanı getirmedikçe, toprak sırrını nice açığa vurur?
  • تا نشان حق نیارد نو بهار ** خاک سرها را نکرده آشکار
  • O, öyle bir cömert ve vericidir ki bu haberleri, bu eminliği ve bu doğruluğu bir cemada, kuru yeryüzüne vermiştir.
  • آن جوادی که جمادی را بداد ** این خبرها وین امانت وین سداد
  • Fâzıl ve ihsanı, kuru toprağı haberdar eder, kahır ve celâli de akıllı insanları kör eyler.
  • مر جمادی را کند فضلش خبیر ** عاقلان را کرده قهر او ضریر
  • Canda, gönülde o coşmaya takat yoktur. Kime söyleyeyim? Cihanda bir tek kulak yok!
  • جان و دل را طاقت آن جوش نیست ** با که گویم در جهان یک گوش نیست‌‌
  • Nerede bir kulak varsa; onun yüzünden, göz oldu. Nerede bir taş varsa; onun lûtfiyle yeşim taşına döndü. 515
  • هر کجا گوشی بد از وی چشم گشت ** هر کجا سنگی بد از وی یشم گشت‌‌
  • Kimyayı meydana getiren o dur, kimya ne oluyor ki? Mucize bağışlayıcıdır, simya ne oluyor ki?
  • کیمیا ساز است چه بود کیمیا ** معجزه بخش است چه بود سیمیا
  • Benim bu övüşüm, övmeyi terk etmenin ta kendisidir; çünkü bu övüş, varlık delilidir, varlık ise hatadır.
  • این ثنا گفتن ز من ترک ثناست ** کین دلیل هستی و هستی خطاست‌‌
  • Onun varlığına karşı yok olmak gerektir: onun huzurunda varlık nedir? Manasız bir şeyden ibarettir!
  • پیش هست او بباید نیست بود ** چیست هستی پیش او کور و کبود
  • Varlık kör olmasaydı... Ondan erirdi, güneşin hararetini tanır, anlardı.
  • گر نبودی کور از او بگداختی ** گرمی خورشید را بشناختی‌‌
  • Bu zahiri vücudun Allah’ın varlığıyla var olduğunu bilmemesi körlüğüne delildir. 520
  • ور نبودی او کبود از تعزیت ** کی فسردی همچو یخ این ناحیت‌‌
  • Vezirin bu hilede ziyana uğraması
  • بیان خسارت وزیر در این مکر
  • Padişah gibi vezir de cahil ve gafildi. Varlığı vacip olan Kadim Tanrı ile pençeleşiyordu.
  • همچو شه نادان و غافل بد وزیر ** پنجه می‌‌زد با قدیم ناگزیر
  • Öyle kudretli bir Tanrı ile pençeleşiyordu ki bir anda yoktan bu âlem gibi yüz tanesini var eder.
  • با چنان قادر خدایی کز عدم ** صد چو عالم هست گرداند به دم‌‌
  • Senin gözüne kendini görmek hassasını verince nazarında âlem gibi yüzlerce âlem meydana getirir.
  • صد چو عالم در نظر پیدا کند ** چون که چشمت را به خود بینا کند
  • Her ne kadar dünya senin yanında azametli ve nihayetsizse de bil ki kudrete karşı bir zerre bile değildir.
  • گر جهان پیشت بزرگ و بی‌‌بنی است ** پیش قدرت ذره ای می‌‌دان که نیست‌‌
  • Zaten bu âlem sizin canlarınızın hapishanesidir; uyanın, o tarafa gidin! Zira o taraf sizin sahranız, mesire yerinizdir. 525
  • این جهان خود حبس جانهای شماست‌‌ ** هین روید آن سو که صحرای شماست
  • Bu âlemin hududu vardır, o âlem ise esasen hadsizdir. Nakış ve suret, o manaya settir, mâniadır.
  • این جهان محدود آن خود بی حد است ** نقش و صورت پیش ٱن معنی سد است
  • Firavunun yüz binlerce mızrağını tek bir Musa’nın bir tanecik asâsıyla kırdı.
  • صد هزاران نیزه‌‌ی فرعون را ** در شکست از موسیی با یک عصا
  • Yüz binlerce Câlînus’un yüz binlerce hekimlik hünerleri vardı; İsa’nın ve nefesinin yanında bâtıl oldu.
  • صد هزاران طب جالینوس بود ** پیش عیسی و دمش افسوس بود
  • Yüz binlerce şiir defterleri vardı, bir tek Ümmi’nin kitabına karşı ayıp ve âr haline geldi.
  • صد هزاران دفتر اشعار بود ** پیش حرف امیی آن عار بود
  • Aşağılık olmayan kişi böyle galip Tanrı huzurunda niçin ölmesin* 530
  • با چنین غالب خداوندی کسی ** چون نمیرد گر نباشد او خسی‌‌
  • Çok dağ gibi gönüller kopardı. Kurnaz kuşu, iki ayağından asakoydu.
  • بس دل چون کوه را انگیخت او ** مرغ زیرک با دو پا آویخت او
  • Akıl ve zekâda kemale ermekle Tanrı’ya varılmaz. Padişahın fazıl ve ihsanı aczini bilen kişiden başkasını kabul etmez.
  • فهم و خاطر تیز کردن نیست راه ** جز شکسته می‌‌نگیرد فضل شاه‌‌
  • Hey gidi hey... Çok köşe, bucak kazıcı ve hazine doldurucular; o kurup duran kişiye, o öküze (vezire) maskara oldular.
  • ای بسا گنج آگنان کنج کاو ** کان خیال اندیش را شد ریش گاو
  • Öküz kimdir ki sen onun maskarası olasın. Toprak nedir ki sen onun otu olasın.
  • گاو که بود تا تو ریش او شوی ** خاک چه بود تا حشیش او شوی‌‌
  • Bir kadının kötü işten yüzü sararınca, utanınca Tanrı, onu çarpıp Zühre yıldızı yaptı. 535
  • چون زنی از کار بد شد روی زرد ** مسخ کرد او را خدا و زهره کرد
  • Bir kadını Zühre yapmak çarpma oldu da balçık haline geliş, çarpılma değil midir? Be inatçı?!
  • عورتی را زهره کردن مسخ بود ** خاک و گل گشتن نه مسخ است ای عنود
  • Ruh, seni en yüksek göklere çıkarırken sen en aşağılıklara, su ve çamura doğru gittin.
  • روح می‌‌بردت سوی چرخ برین ** سوی آب و گل شدی در اسفلین‌‌
  • Akılların bile imrendiği öyle bir varlığı, bu alçaklık yüzünden değiştin.
  • خویشتن را مسخ کردی زین سفول ** ز آن وجودی که بد آن رشک عقول‌‌
  • Şimdi bak, bu senin kendini çarpman nasıl? O çarpılma yanında bu, gayet aşağı.
  • پس ببین کین مسخ کردن چون بود ** پیش آن مسخ این به غایت دون بود