English    Türkçe    فارسی   

1
527-576

  • Firavunun yüz binlerce mızrağını tek bir Musa’nın bir tanecik asâsıyla kırdı.
  • صد هزاران نیزه‌‌ی فرعون را ** در شکست از موسیی با یک عصا
  • Yüz binlerce Câlînus’un yüz binlerce hekimlik hünerleri vardı; İsa’nın ve nefesinin yanında bâtıl oldu.
  • صد هزاران طب جالینوس بود ** پیش عیسی و دمش افسوس بود
  • Yüz binlerce şiir defterleri vardı, bir tek Ümmi’nin kitabına karşı ayıp ve âr haline geldi.
  • صد هزاران دفتر اشعار بود ** پیش حرف امیی آن عار بود
  • Aşağılık olmayan kişi böyle galip Tanrı huzurunda niçin ölmesin* 530
  • با چنین غالب خداوندی کسی ** چون نمیرد گر نباشد او خسی‌‌
  • Çok dağ gibi gönüller kopardı. Kurnaz kuşu, iki ayağından asakoydu.
  • بس دل چون کوه را انگیخت او ** مرغ زیرک با دو پا آویخت او
  • Akıl ve zekâda kemale ermekle Tanrı’ya varılmaz. Padişahın fazıl ve ihsanı aczini bilen kişiden başkasını kabul etmez.
  • فهم و خاطر تیز کردن نیست راه ** جز شکسته می‌‌نگیرد فضل شاه‌‌
  • Hey gidi hey... Çok köşe, bucak kazıcı ve hazine doldurucular; o kurup duran kişiye, o öküze (vezire) maskara oldular.
  • ای بسا گنج آگنان کنج کاو ** کان خیال اندیش را شد ریش گاو
  • Öküz kimdir ki sen onun maskarası olasın. Toprak nedir ki sen onun otu olasın.
  • گاو که بود تا تو ریش او شوی ** خاک چه بود تا حشیش او شوی‌‌
  • Bir kadının kötü işten yüzü sararınca, utanınca Tanrı, onu çarpıp Zühre yıldızı yaptı. 535
  • چون زنی از کار بد شد روی زرد ** مسخ کرد او را خدا و زهره کرد
  • Bir kadını Zühre yapmak çarpma oldu da balçık haline geliş, çarpılma değil midir? Be inatçı?!
  • عورتی را زهره کردن مسخ بود ** خاک و گل گشتن نه مسخ است ای عنود
  • Ruh, seni en yüksek göklere çıkarırken sen en aşağılıklara, su ve çamura doğru gittin.
  • روح می‌‌بردت سوی چرخ برین ** سوی آب و گل شدی در اسفلین‌‌
  • Akılların bile imrendiği öyle bir varlığı, bu alçaklık yüzünden değiştin.
  • خویشتن را مسخ کردی زین سفول ** ز آن وجودی که بد آن رشک عقول‌‌
  • Şimdi bak, bu senin kendini çarpman nasıl? O çarpılma yanında bu, gayet aşağı.
  • پس ببین کین مسخ کردن چون بود ** پیش آن مسخ این به غایت دون بود
  • Himmet atını yıldız cihetine sürdün, nücum ilmi ile uğraştın da secde edilmiş Âdem’i tanımadın! 540
  • اسب همت سوی اختر تاختی ** آدم مسجود را نشناختی‌‌
  • Ey hayırsız evlât! Nihayet sen Âdemoğlusun, ne vakte dek alçaklığı şeref sayarsın.
  • آخر آدم زاده‌‌ای ای ناخلف ** چند پنداری تو پستی را شرف‌‌
  • Niceye dek “ben âlemi zapt edeyim, bu cihanı kendi varlığımla doldurayım” dersin?
  • چند گویی من بگیرم عالمی ** این جهان را پر کنم از خود همی‌‌
  • Dünyayı baştanbaşa kar kaplasa güneşin harareti, bir görünüşte onu eritir.
  • گر جهان پر برف گردد سربه‌‌سر ** تاب خور بگدازدش با یک نظر
  • O vezirin vebalini de, daha onun gibi yüz binlercesinin vebalini de Tanrı bir kıvılcımla yok eder.
  • وزر او و صد وزیر و صد هزار ** نیست گرداند خدا از یک شرار
  • O, aslı olmayan hayalleri, tamamıyla hikmet yapar; o, zehirli suyu şerbet haline getirir. 545
  • عین آن تخییل را حکمت کند ** عین آن زهر آب را شربت کند
  • O zan ve şüphe doğuran sözleri, hakikat ve yakîn haline getirir. Kin ve adavet sebeplerinden dostluk ve muhabbet belirtir.
  • آن گمان انگیز را سازد یقین ** مهرها رویاند از اسباب کین‌‌
  • İbrahim’i ateş içinde besler; korkuyu, ruhun emniyeti ve selâmeti yapar.
  • پرورد در آتش ابراهیم را ** ایمنی روح سازد بیم را
  • Onun sebep yakıcılığına hayranım. Onun hayallerinde Sofestâî gibiyim!
  • از سبب سوزیش من سودایی‌‌ام ** در خیالاتش چو سوفسطایی‌‌ام‌‌
  • Hıristiyanları azdırmak hususunda vezirin başka bir hile kurması
  • مکر دیگر انگیختن وزیر در اضلال قوم
  • O vezir kendince başka bir hile kurdu. Vaiz ve nasihati bırakıp halvete girdi.
  • مکر دیگر آن وزیر از خود ببست ** وعظ را بگذاشت و در خلوت نشست‌‌
  • Müritleri yakıp yandırdı. Tam kırk, elli gün halvette kaldı. 550
  • در مریدان در فکند از شوق سوز ** بود در خلوت چهل پنجاه روز
  • Halk onun iştiyakından, hal ve tavrı ile sözünden, sohbetinden uzak düştükleri için deli oldular.
  • خلق دیوانه شدند از شوق او ** از فراق حال و قال و ذوق او
  • Onlar yalvarıp sızlanıyorlardı, vezir ise halvette riyazetten iki büklüm olmuştu.
  • لابه و زاری همی‌‌کردند و او ** از ریاضت گشته در خلوت دو تو
  • Hepsi birden ”Biz sensiz kötü bir hale düştük, karışıklık içindeyiz. Değneğini yeden birisi olmadıkça körün ahvali ne olur?
  • گفته ایشان نیست ما را بی‌‌تو نور ** بی‌‌عصا کش چون بود احوال کور
  • İnayet et. Allah için olsun, bundan ziyade bizi kendinden ayırma!
  • از سر اکرام و از بهر خدا ** بیش از این ما را مدار از خود جدا
  • Bizler çocuk gibiyiz, sen bize dadısın; sen bizim üzerimize o gölgeyi döşe” demişlerdi. 555
  • ما چو طفلانیم و ما را دایه تو ** بر سر ما گستران آن سایه تو
  • Vezir dedi ki: “Ruhum dostlardan uzak değildir. Fakat dışarı çıkmaya izin yok.”
  • گفت جانم از محبان دور نیست ** لیک بیرون آمدن دستور نیست‌‌
  • Emirler rica ve şefaate, müritler dil uzatmaya başladılar:
  • آن امیران در شفاعت آمدند ** و آن مریدان در شناعت آمدند
  • “Ey kerem sahibi! Bu ne kötü talih ki sensiz gönülden de yetim kalmışızdır, dinden de.
  • کاین چه بد بختی است ما را ای کریم ** از دل و دین مانده ما بی‌‌تو یتیم‌‌
  • Sen bahaneler ediyorsun, biz ise dertle yürek yangınlığından soğuk soğuk ah edip duruyoruz.
  • تو بهانه می‌‌کنی و ما ز درد ** می‌‌زنیم از سوز دل دمهای سرد
  • Biz senin sohbetine alışmışız. Biz senin hikmet sütünle beslenmişiz. 560
  • ما به گفتار خوشت خو کرده‌‌ایم ** ما ز شیر حکمت تو خورده‌‌ایم‌‌
  • Allah aşkına bize bu cefayı yapma; lütfet, bugünü yarına bırakma!
  • الله الله این جفا با ما مکن ** خیر کن امروز را فردا مکن‌‌
  • Gönlün razı olur mu, âşıkların, akıbet istifadesiz kalsınlar?
  • می‌‌دهد دل مر ترا کاین بی‌‌دلان ** بی‌‌تو گردند آخر از بی‌‌حاصلان‌‌
  • Hepsi de karadaki balık gibi çırpınıyorlar. Suyu aç, ırmağın bendini yık!
  • جمله در خشکی چو ماهی می‌‌تپند ** آب را بگشا ز جو بر دار بند
  • Ey zamanede nazîri olmayan zat! Allah aşkına halkın imdadına yetiş!”
  • ای که چون تو در زمانه نیست کس ** الله الله خلق را فریاد رس‌‌
  • Vezirin müritleri defetmesi
  • دفع گفتن وزیر مریدان را
  • Vezir dedi ki: “Dikkat ediniz, ey dedikodu düşkünleri! Dilden çıkan ve kulakla duyulan zahiri vaizleri arayanlar! 565
  • گفت هان ای سخرگان گفت‌‌وگو ** وعظ و گفتار زبان و گوش جو
  • Bu aşağılık duygu kulağına pamuk tıkayın, ten gözünden duygu başını çözün!
  • پنبه اندر گوش حس دون کنید ** بند حس از چشم خود بیرون کنید
  • O gizli kulağın pamuğu, baş kulağıdır, bu kulak sağır olmadıkça o can kulağı sağırdır.
  • پنبه‌‌ی آن گوش سر گوش سر است ** تا نگردد این کر آن باطن کر است‌‌
  • Hissiz, kulaksız, fikirsiz olur ki “İrciî - Tanrına geri dön” hitabını işitesiniz.
  • بی‌‌حس و بی‌‌گوش و بی‌‌فکرت شوید ** تا خطاب ارجعی را بشنوید
  • Sen uyanıklık dedikodusunda oldukça uyku sohbetinden nasıl olur da bir koku alabilirsin!
  • تا به گفت‌‌وگوی بیداری دری ** تو ز گفت خواب بویی کی بری‌‌
  • Bizim sözümüz işimiz, hariçte yürümektedir. Bâtınî yürümek ise gökler üzerinde olur. 570
  • سیر بیرونی است قول و فعل ما ** سیر باطن هست بالای سما
  • Cisim, kuruluğu (bu âlemi) gördü, çünkü kuruluktan (bu âlemden) doğdu; can İsa’sı, ayağını denize attı.
  • حس خشکی دید کز خشکی بزاد ** عیسی جان پای بر دریا نهاد
  • Kuru cismin yürümesi, kuruya düştü, ama canın yürümesine gelince: Ayağını denizin ta ortasına bastı.
  • سیر جسم خشک بر خشکی فتاد ** سیر جان پا در دل دریا نهاد
  • Ömür kuruluk yolunda; gâh dağ, gâh deniz, gâh ova aşarak geçip gittikten sonra...
  • چون که عمر اندر ره خشکی گذشت ** گاه کوه و گاه صحرا گاه دشت‌‌
  • Abıhayatı, nerede bulacaksın; deniz dalgalarını nerede yaracaksın?
  • آب حیوان از کجا خواهی تو یافت ** موج دریا را کجا خواهی شکافت‌‌
  • Kara dalgası, bizim kuruntularımız, anlayışımız ve fikrimizdir. Deniz dalgası ise kendinden geçiş, sarhoşluk ve yokluktur. 575
  • موج خاکی وهم و فهم و فکر ماست ** موج آبی محو و سکر است و فناست‌‌
  • Sen bu sarhoşlukta oldukça o sarhoşluktan uzaksın. Bundan sarhoş oldukça o kadehten nefret eder durursun.
  • تا در این سکری از آن سکری تو دور ** تا از این مستی از آن جامی تو دور